28 Eylül 2017 Perşembe

Siz de katılmaz mısınız ?

Leyla Gencer ( 1928-2008)
Babası Hasanzade İbrahim Bey: Safranbolulu


Çocukluğumda hemen hemen her yaz babaannem ve dedemi görmek için gittiğimiz, o zamanlar bu kadar popüler olmayan bir ilçe. Dedemler, şimdilerde bir gece konaklamasına yaklaşık  150- 200.- TL ödenilen o eski tarihi Safranbolu evlerinden birinde oturuyorlar.  

Şimdi de hala muhafaza edilen çarşıyı  bazen tüm 
aile beraber çoğunlukla da öğretmen emeklisi dedemle geziyorum. Yanında beni götürmeye bayılıyor. Bizi görüp " Ooo, Ata Bey günaydın. Torun mu ? " diyen esnafa, zanaatkara da " bizim kaymakamın kızı; tatile geldiler. " diyor ama bence esas amaç beni tanıştırmak değil.   Öğretmen maaşıyla sadece birini okutabildiği çocuklarından kaymakam olan oğluyla övünüyordu hala gizli gizli; ben, "olmaz sen misafirsin bundan da al" diye ikram edilen ÖZKAN Safranbolu lokumlarını mideye indirirken..  
Bu tarihi Safranbolu evlerinden birinde yazları da olsa yaşamış olmak bana kendimi ayrıcalıklı hissettiriyor . 
Zira ben özellikle de yabancısı olduğum,  insanlarını tanımadığım yerlerde oradaki evlerin içinde kimler yaşıyor, yaşam tarzları nasıl merak eder, düşünürüm.  Şimdi otel olmuş yerlerde konaklıyorsam da, kimler yaşamış neler yaşanmış acaba diye geçiririm aklımdan odanın dört bir köşesine bakarak. 
İşte bu  evlerden birinde  yaşananların parçası olduğumu bilmekten geliyor bu ayrıcalık. 
Evet yazdan yaza oraya gitmek o  tarihi Safranbolu evlerinden birinde yaşamak güzeldi ama tek sorun tahta kurulardıydı. Babaannem ben gelmeden önce tüm evi kaynatılmış cevizlerin suyu ile sildirmiş olsa da ( tahta kuruları cevizin kokusundan kaçarmış demişlerdi ona ) o tahta kuruları  bir şekilde kaçmaz evin bir yerine saklanır ve benim yolumu  dört gözle  beklerlerdi her yaz. Ne annemin ne babamın ne de abimlerin, sadece benim yolumu beklemeleri sizce de haksızlık değil mi ?  
Anlayacağınız meşakkatli bir tatil olurdu benim için ama yine de o ev, odaları, sedirleri, kullanılmayan ama dolap kapağı gibi açılan aslında eskiden banyo olarak kullanılan  gömme dolapları, her akşam yerlere serilen yatakların yorganların sabahleyin katlanıp konduğu yüklükler hep gözümün önünde. 
Ama ne yazık ki bu tatillerin hiçbirinde kimse bana , o dönemler 40 yaşlarında olan, Leyla Gencer'den bahsetmedi. 
Bahsetseler önemini anlar mıydım yoksa bahsettiler de ben mi önemsemedim bilmiyorum.
Bana "Gel bak, sana bizim buradan çıkıp şimdi dünyaca ünlü opera sanatçısını anlatalım sen de büyüyünce onun gibi ol! " deselerdi keşke. 
Ben yine eski Safranbolu evlerinde yaşadığım anılarımla övünür onları size anlatırdım ama      Leyla Gencer’in hemşehrilerinin onun hakkında anlattıklarını da kim bilir nasıl  sarar sarmalar saklardım anılarımın içinde. 
Ama sonradan onun anılarını okuduğum da anladım ki tüm dünya onu vatandaşlarından da hemşehrilerinden de iyi tanıyordu; ne yazık ki !
Dünyagöz Vakfı'nda yer alan stüdyoda, görme engelli dostlara kitap okumak için başvurduğumda hangi kitabı okumak istiyorsunuz dediler.  
Ben de kütüphanemden Zeynep Oral'ın kaleme aldığı "Leyla Gencer Tutkunun Romanı" nı seçtim. 2011 senesinde almış Zeynep Oral'a imzalatmışım. Yeniden hatırlamak istedim bu kitabı .  
Dünyagöz Vakfı bu talebimi GETEM'e  (Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Mrk.) bildirdi oradan da  olumlu yanıt gelince okumaya başladım.
 " Kitabı bir çırpıda okudum! " diyemeyeceğim.
 Günlerimi hatta haftalarımı aldı. Tabi bunda, başka işlerim nedeniyle ara vermek zorunda kalmam da bir nedendi ama esas neden  bu muhteşem sopranonun
ne yazık ki Türkiye'den daha çok yurt dışındaki operaların, şeflerin dikkatini çekip oralarda çok daha fazla yaşamış başarıdan başarıya koşmuş olmasıydı. 

Ah Leyla Gencer ne vardı gidecek oralara ? 
Şuralarda Kemal amca, Fatma teyze ya da Ahmet Bey, Ayşe Hanım'dan bahsetseydiniz de ben de kitabı bir solukta  okuyabilseydim.
Ne vardı   daha   İstanbul belediye konservatuarına girdiğiniz an " Hedefim Scala Operası, ya orada söylerim ya da ölürüm" diyecek. Sonrasında da Ankara operasında şan dersleri vermeye gelmiş   ünlü soprano Arangi Lombardi ‘yi İstanbul'da yakalayıp  gözüne girecek ve konservatuarı bırakıp onunla Ankara'ya gidecek. 
Ankara'da, İtalyan büyükelçisinin " Niye Roma'da radyoda konser vermiyorsunuz " sözüyle başlayan Roma ve arkasından Napoli San Carlo operası müdürüne sizi dinlemesi için giden telgraf ve 16.7.1953 Arena Flegrea'da on bin kişinin karşısında süren İtalya macerasına girişecek. 

İşte  bu yüzden bir çırpıda okuyamadım bu kitabi çünkü hayatınızı, hayatınıza girenleri kelime kelime , hece hece değil HARF HARF okudum da ondan.. 
Zira 15-20 şer dakikalık kayıtlarla tamamlanan kitaptaki her yabancı kelime her bölümün sonunda, o bölümde geçen yabancı kelimeler denilerek, nasıl yazıldıklarını da bilsinler diye   görme engelli dostlar için harf harf okunuyor.
Gidilmedik ülke , oynanmadık opera , çalışmadık besteci , kişiliğine bürünülmedik karakter, çalışılmadık orkestra şefi  bırakmadığınız için Leyla Gencer ben de bu kitabı harf harf okumak durumunda kaldım. 
Bitirdiğim zaman " Ohh bitti neyse ki" dediysem de bayağı alışmışım sizinle birlikte yaşamaya ben de sizin gibi ırak ellerdeyken. 
Ama biz sizi bu yönlerinizle hiç tanımamışız, kimseler anlatmamış sizi bize.. 
Zeynep Oral'ın muhteşem sabrı ve araştırmasıyla ortaya çıkmış bu kitapta Zeynep Oral'ın dediği gibi Türkiye'nin nerede olduğunu bilmeyen ama kendilerine "Ben Türk'üm " dediğinde sadece Leyla Gencer'i soran İtalyan gençler sizi bilirken biz bilememişiz. 
Norma, Casta Diva, Maria Callas dendiğinde hafifçe kaşımızı kaldırıp  "Aaa evet" diyebilirken onu Norma rolünde geçip gittiğinizi Casta Diva’yı çok daha iyi söylediğinizi ve opera dünyasında bir tarih yazdığınızı yeterince  bilememişiz.   
Zeynep Oral kitabını  "Yeryüzünün harikalığına, insanoğlunun müthişliğine beni bir kez daha inandırdığınız için teşekkür ediyorum" diye bitiriyor

Ben de Dünyagöz Vakfı'na, GETEM'e Görme Engelli dostlar için ne  okumak istersiniz diye sorarak bu kitabı bir kez daha elime almama neden oldukları için, Zeynep Oral' a da  uzun uzun her anını dolu dolu anlatarak yazdığı için teşekkür ediyorum. 

Şimdi yine Dünyagöz Vakfı / GETEM için yeni kitap ve belki de yeni anılara... 

Siz de katılmaz mısınız? 
G.D.



  


 








18 Temmuz 2017 Salı

Geleceğin büyük, şimdinin DÖRT ÇEYREK'likleri...



Yine memleketten 10.000 km uzak, yine Toronto;  ama bağlanacak anılar İstanbul..
Kopamıyor bu iki şehir birbirinden. Birinden birini tam olarak seçip diğerine tamamen elveda demeden ne oralı olabiliyorsunuz ne buralı.. Bu sefer kararlıyım; burada, yani Toronto’da, uzun süre kalacağım ve şehri bu sefer turistik tarafıyla değil de insanlarıyla, kurumlarıyla da tanıyacağım.
Bunun en kolay yolu da gönüllükten geçiyor. Nerelerde gönüllü olmak istediğimse zaten belli; klasik müzik ya da tiyatroyla ilgili her yer. 

Nisan ayında aklımda olan birkaç yere başvuru gönderip kendimi tanıtıyorum.  
Bazıları bana “ Eylül’de gel diyor.”  Bu sefer Eylül’de gel diyenlere bir yazı daha yazıyorum.
“ İyi de ben yazın ne yapacağım?  Sizin buralarda nerede, nasıl çalışılır yazın? “  Tabi sorular doğrudan böyle olmayıp daha profesyonelce ve daha kibar sorulmuş olsa da içimdeki his bu.
İnanmazsınız hemen cevap geliyor " Şu dergilere bak orada yazın neler olacağını görebilir onlara başvurabilirsin. Çok fazla seçenek bulacağından eminiz."
Nitekim öyle yapıyorum..
https:/www.mouramusicstudios.com
Konservatuara başvuruyorum ve bana bir günlük de olsa bir iş veriyorlar. Hem çalışıyorum hem de oradan birileriyle tanışıyorum. Daha sonra birlikte kahve içip sohbet ediyoruz. Sektör hakkında bilgi 
alıyorum.
Dergide ayrıca "Toronto Summer Music Festival"  gözüme ilişiyor.  Onlara yazıyorum… Yanıt geliyor  " Çoookk teşekkür ederiz bizimle gönüllü olarak çalışmak istediğin için".  Hemen ekteki programdan müsait olduğum gün ve saate ve de yapmak istediğim işe göre başvuruda bulunmamı istiyorlar. 
https://www. stg.classical963fm.com
 Başvuru formunda iki adet seçim yapmam isteniyor. Oysa bana kalsa hergün gideceğim ama o kadar çok gönüllü olmak isteyen var ki herkese  eşit imkan vermek istiyorlar herhalde diye düşünüyorum.
Gönderdikleri formda bir de sürpriz var; çalıştığım saatler  karşılığında festivalde izlemek istediğim konserlere iki kişilik free bilet hakkı..
Bu benim daha çok çalışma isteğimi artırdığı için  kendimi tutamayıp bir e-mail göndererek daha fazla çalışabileceğimi bildiriyorum.  
Yanıt muhteşem “ Tabii, almak istediğin kadar alabilirsin… Çok memnun oluruz.  Özellikle de çocuklar için olan konserleri seçersen bizim için çok iyi olur."
Hani neredeyse bir de enstrüman çalabilsem doğru sahnedeyim.  Yanıt o kadar içten ve davetkar.  
Bu konserlere izleyici olarak gitmek istemiştim ama  üç konserde de yer kalmamıştı.(!)  Onun için konserleri izleyemeyecektim.  Oysa şimdi...
https:/www.torontosummermusic.com  
Hemen Çocuk Konserlerinin hepsi için memnuniyete gönüllü olacağımı söyledim.
Hatta biraz daha ileri gidip aşağıda alıntı yaptığım 03.12.2013 tarihli blog yazımdaki hikayeyi kısaca anlattım henüz karşılaşmadığım ama bir şekilde rahatça mesajlaştığım yetkiliye. 


Gelen yanıt çok hoştu.   " That sounds completely amazing!   What a special artist! "

Okuyanlarınıza hatırlatmaca, okumamış olanlarınıza ise yeni bir yazı olarak koyuyorum o bölümü bu yazımın içine.


" Sonra Fazıl Say‘ın diğer konserleri geçti gözümün önünden. Hepsinden bana, geriye bir şeyler kaldığını fark ettim.
Mesela bir konseri aklıma geldi ki ne orkestra eşliğindeydi ne de resital. Cemal Reşit Rey Konser Salonu, 10.03.2012 , Saat:14:00 “Fazıl Say Çocuklarla” konseri.
Çocuklar için sanatta ne yapıldığı hep merak konumdur. Işıl Kasapoğlu gibi beğendiğim yönetmenlerin çocuk oyunlarına Borusan Quartet, Fazıl Say gibi takip ettiğim müzik grubu ya da sanatçıların çocuklar için hazırladığı konserlere giderim; ne yapmışlar, çocuklara nasıl yaklaşmışlar diye görmek için.
Tek sorun gişede oluyor. Normalde " Bir tam bir çocuk, bir tam iki öğrenci "  gibi bir cümle beklerken benden gelen talebin “ Bir tam lütfen! ” de kesilmesi soru işaretiyle yüzüme bakmalarına neden oluyor gişe görevlilerinin. Ben de onlara bakıp, ne yapayım bizde bu kadar dercesine " Bir tam lütfen “diye tekrarlıyorum ve alıp biletimi giriyorum içeriye.

Fazıl Say’ın 2012 yılında yaptığı bu çalışmada amaç çocuklara klasik müzik
eşliğinde farklı enstrümanların da tanıtılmasıydı.
Enstrümanlar su sesi, baykuş sesi, çan sesi, rüzgar sesi.. gibi sesleri çıkarabilen değişik enstrümanlardı. Ama o an için, nota bilgisi gerektirmiyor sadece belli ritimle vurmak ya da sallamak gerekiyordu. Çocuklar o gün hem klasik müzik eserlerinden bazılarını Fazıl Say ‘ın açıklamalarıyla dinleme olanağını hem de bu değişik sesler çıkaran, geleneksel enstrümanların tamamen dışında yer alan enstrümanları tanıma olanağını buldular.
Belli ki, bu enstrümanları çocukların kullanmasını ve kendisine eşlik etmelerini planlamış. Bir kaç parça çaldıktan sonra “ Şimdi sahneye 8 yaş ve üzerinde 4 arkadaşınızı istiyorum. Kim gelecek? “ dedi ve bir dakika içinde salonun yarısı sahnedeydi.   “ Yok hepiniz değil... Olmaz böyle... Bir kısmınız koltuklarınıza geri dönsün... “ itirazlarını bir kısım çocuk dinlediyse de bir kısmı hiç oralı bile olmadı ve sahnede kaldı.
Fazıl Say da onları kırmamak için " Peki o zaman sizler sahnede şurada biraz geride durun, sizler de önde durup benim vereceğim enstrümanları çalarak bana eşlik edin. Ben size göstereceğim nasıl kullanacağınızı“ diyerek çocukları iki gruba böldü. Çocuklar da sahnede kalmak uğruna bu teklifi kabul ettiler. Sonra enstrümanları çalacak çocuklarla tanışma faslı başladı.


Adın ne, kaç yaşındasın?
Ömer, 11 yaşındayım.
Ben Elif, 9 yaşındayım.
Sen? Ben Hakan, ben de 9 yaşındayım.... diye sıradan tanıtım bitince sıranın en sonunda küçücük bir kız çocuğunun olduğunu fark etti ve ona da mikrofonu uzattı. Daha sorusunu sormadan küçük kız çocuğu mikrofona yapışıp, kendim küçüğüm ama benim sesim yeter demek istercesine yüksek bir sesle  “DÖRT ÇEYREK “ diye kendini tanıttı. 
Aslında sevgili DÖRT ÇEYREK’ in koltuğunda olması gerekiyordu ama hiç niyeti yoktu geri gitmeye, sahnenin tozunu yutmuştu bir kere. Bütün konser boyu sahnede dolaştı, Fazıl Say piyano çalarken, o, onun arkasında kendince dans etti, bazen sahneye oturdu, bazen sahneden bizlere baktı... Sevgili Fazıl Say da ona hiç karışmadı, kendi haline bıraktı. 
https://www.arczablog.files.wordpress.com  
O gün orada özellikle sahnede olan çocuklar Fazıl Say’ı ayrı bir gönül bağıyla hatırlayacaklardır diye düşünüyorum."

İşte böyleydi o gün…

Ve şimdi Toronto’nun  sevgili DÖRT ÇEYREK’liklerini  kapıda karşılamak, yerlerini göstermek, yakalarına küçük rozetlerini takmak ve sonra da onların konser boyunca verecekleri tepkileri izlemek için sabırsızlanıyorum.

Tabi Toronto Senfoni Orkestrası gibi büyük orkestralarda çalan, alanında ün yapmış müzisyenlerin çocuklarla olan iletişimini, Fazıl Say'ın kaşılaştığı gibi, beklenmedik bir olayla karşılaşırlarsa nasıl tepki vereceklerini de merak etmiyor değilim hani …

Sevgiyle ve Sanatla kalın,
G.D.


21 Kasım 2016 Pazartesi

İçimdeki küçük kız çocuğu dışarı çıkacak diye çok korktum... Sakın ha dedim sakın! Şimdi değil... Belki sonra...

Ülkemden 10.000 km. uzaklıkta, içimdeki küçük kız çocuğunu alıp
National Ballet of Canada'nın Toronto, Four Seasons Centre'da sahneye koyduğu Cinderella balesini izlemeye gittim..
Dürüst olmam gerekirse giderken bu kadar hüzünleneceğim aklıma gelmemişti..




Hüznüm Cinderella'nın yaşadıklarından sahnede izlediklerimden değil aksine perde aralarında fuayede gördüğüm annelerinin, babalarının, anneannelerinin ya da babaannelerinin ellerinden tutarak Cinderella'yı izlemeye gelen,  kendileri küçük olmalarına rağmen içlerinde yaşattıkları büyük balerinle dolaşan küçük kız çocuklarındandı..

Giydiği kırmızı elbisesi, taktığı kırmızı tacı, gümüş payetli hırkasına uygun gümüş payetli küçük çantasıyla dolaşanı, merdivenlerden inerken ayağını önce özenle point pozisyonuna getirerek hafiiiffçe alt basmağa değdiren ve
sonra topuğuyla ayağının üstüne basarak basamakları balerin edasıyla ineni, fuayede meyve suyunu içerken oturduğu sandalyede ben de baleden anlarım, bir balerin nasıl oturur bilirim edasıyla yaşına göre çoook zarif oturanı..

Normal şartlarda içimdeki kız çocuğu onları görünce mutlu olur, onlara gülümser, onlarla birlikte eğlenirdi...
Hatta daha da ileri gidip beni öylesine kandırırdı ki ben de onunla  birlikte  önce point pozisyonuna getirdiğim parmak uçlarımı hafifteeen basamaklara değdirip sonra topuğumu basarak balerin edasıyla inerdim merdivenlerden ..

Ama bu sefer içimdeki küçük kız çocuğu dışarı çıkacak diye çok korktum..
Sakın ha dedim sakın!  Şimdi değil... Belki sonra...

Senin ülkende küçük kız çocuklarının bırak sanat yapma, baleye gitme, balerinmiş gibi hayal kurma haklarını, okuma, sokakta oynama, çocukluklarını yaşama haklarını düşünmüyorlar.
Hatta öyle ileri gittiler ki seni kurda kuşa yem etmek için kanunlar çıkarıyor, seni koruyacaklarına aç kurtlara veriyorlar.
Sakın ha yeltenme dışarı çıkmaya.





Güzel bir günü huzurla, gülümsemeyle bitirmemiz gerekirken düşünceli gözlerle çıktık
salondan; aklımda hep "Peki ben içimdeki kız çocuğunu korurum saklarım da dışarıdakileri nasıl koruyacağız ?" diyerek.

Yetecek mi verdiğimiz imzalar, yetecek mi yazılan yazılar, yetecek mi kararttığımız profil
resimlerimiz ??


Umutlu ve güzel günlere...
G.D.

11 Ekim 2016 Salı

Habent sua fata libelli… Kitapların kendi yazgısı vardır... FEN ÇOCUĞU




Otobüste kitap okurken yan koltukta hafiften uyumaya 
çalışan yol arkadaşım önce elimdeki kitaba baktı, Sabahattin Ali / Kamyon, sonra tek gözüyle bir kitaba bir bana bakıp diğer gözünü de kırparken  hafiften kafayı salladı. ” Nasıl, güzel bir kitap mı?” demek istiyordu.
Kısa kısa hikayeler dedim. Yüksek sesle oku ben de duyayım dedi. Aaa nasıl çocuğa masal okur gibi mi yani ?..  Evet. Niye ? Olmaz mı? dedi… Bilmem; olur herhalde. Başladım okumaya... Arada uyudu galiba diyerek içimden okumaya başladığımda  Hı-ı ??? diyince uyumadığını anlayıp yeniden onun duyacağı kadar yüksek sesle okumaya devam ettim. Annemin ifadesiyle uyumuyor, gözlerini dinlendiriyordu herhalde...

Yolculuğun sonunda "sen okurken uykum gelmedi; güzel okuyorsun sen" dedi.
Ben de kitapları düz ve sıkıcı değil karakterlere can vererek okumayı sevdiğimi, tiyatroya ilgimi, konservatuara nasıl gitmeye başlayıp sonra neden bıraktığımı anlatım ona.
O da "Belli " diyerek her şeyi bir kelimede toparladı.
Onun verdiği cesaret ve belki de bana beni hatırlatmasıyla hemen ertesi gün telefon numarasını bulduğum Altı Nokta Görme Engelliler vakfının yetkilisine pazar günü olmasına rağmen whts- up mesajı atarak Görme Engelliler için kitap okumak istediğimi yazdım. Ve yine, pazar günü olmasına rağmen anında yanıt aldım " Yarın 13:00 te gelebilir misiniz ?" 

Gitmem mi ? " Yarın 13:00 te oradayım görüşmek üzere " diye yanıtladım hemen. Sonra da vakfa gidip, küçük stüdyoya girerek Zekeriya Sertel'den "Nazım Hikmet'in Son Yılları"nı okumaya başladım.

Bazen evdeyken bile yüksek sesle okumak gelir içimden. Kendi sesimi dış sesmişçesine duymak konuyu, karakterleri dahada mı netleştirir kafamda yoksa, yazarından izin almaksızın, anlatıcı görevini üstlenerek kendimi de kitabın içinde kahramanlaştırmak mı isterim bilmiyorum; ama hoşuma gider..
İşte yol arkadaşımın ”yüksek sesle oku ben de duyayım” dediği gün birden çocukluğuma gidip bir anımı hatırladım.
İlkokul 1.sınıf ile orta 2.sınıfa kadar 7 ayrı ilçede farklı okullar ve öğretmenlerde okumuş olmamdan olsa gerek hangi ilçedeydi, hangi okuldaydı ve hangi öğretmendi hiç hatırlamıyorum ama kendimi her gün son dersin bitmesine on dakika kala tahtaya çıkıp sınıfa kitap okuduğum halimle hatırladım. Bir nevi “arkası yarın”dı yani...
Öğretmen bendeki bu isteği nasıl keşfetmişti onu da hatırlamıyorum ama bana “ sen her gün ders bitiminden on dakika önce tahtaya gel ve arkadaşlarına kitap oku” demişti.
Kitabı ben mi seçmiştim yoksa o mu belirlemişti onu da hatırlamıyorum ancak kitap benim evden getirdiğim bir kitaptı. Kitabın kapak sayfası gözümün önündeydi ve saklamamış olduğuma birden hayıflanıverdim...


İsmi ya FEN ÇOCUĞU’ydu ya da FEN ÇOCUĞUNUN HİKAYESİ... Kitabın kapağı gözümün önünde dediğimde yol arkadaşım internetten bulursun belki dedi. Hemen baktık ve bulduk; FEN ÇOCUĞU.
Sonra satın alabilir miyim diye araştırdım. Evet, kitabı çocukluğundan saklayan ve satmak istediği için internete koyanlar vardı. Hemen onlardan biriyle temasa geçtim. Ismarladım. Kitabım geldi. Bir solukta okudum… Bitirdiğimde yüzümü hoş bir mutluluk gülümsemesi kaplamıştı ama gözlerim de hafif nemliydi.
Bu hatırayı bana hediye eden öğretmenimi, hangi okulda, hangi ilçede olduğunu hatırlamak istedim ama nafile... Hatırlayamadım.  

Hadi biraz Fen Çocuğunu anlatayım da, siz de niye bu öğretmeni özellikle bulmak istediğimi anlayın. Gerçek bir hayat hikayesi Fen Çocuğu.

Çocuk kitabı olması nedeniyle olsa gerek kitapta adı ve soyadı okunduğu gibi yazılmış; Corc Karvır.
Ben de öyle kullanacağım.

Zaman 1860’lar, Corc zenci bir kölenin oğlu. O dönemlerde genç, güzel ve iş yapabilen zenci kadınlar çeteler tarafından kaçırılıp satılıyor; Corc’un annesine olduğu gibi. Onlara aynı zamanda soyadlarını da veren yanlarında kaldıkları aile Corc ve annesini çetelerden korumaya çalışsalarda başarılı olamıyorlar. Corc ve erkek kardeşi bir süre daha bu ailenin yanında kaldıktan sonra çeşitli nedenlerle farklı farklı şehirlerde farklı farklı ailelerin yanında boğaz tokluğuna yaşamaya çalışıyorlar. 
Bu kadar çok yer değiştirmelerinin ana nedeni zencilerin de gidebileceği bir okul bulmak. Zira o dönemde sadece beyazlar okuyabiliyor,  zencilerse köle!..

Bu yolculukların içinde Corc’un zaman zaman beyazlar tarafından horlanmasına, aşağılanmasına hakarete ve haksızlığa maruz kalmasına tanık olduğumuz gibi onun çalışkanlığına, dürüstlüğüne, yardımseverliğine, el becerisine yatkınlığına, zeki olmasına da tanık oluyoruz. Yanında kaldığı ailelerden birinin ona aldığı hece kitabından kendi kendine okumayı öğrenmesine mesela.. Mesela ütü yaparak para kazanmasına, fırında çalışarak ya da yük taşıyarak kitap parası biriktirmesine.. Daha sonra okula gitme şansını bulduğunda kendinden daha düşük seviyede olanlara ders vererek onlara yardım da ediyor Corc. Bu da  sınıfında onu istemeyen beyaz çocuklar tarafından zaman içinde sevilmesine, küçük çocuk olsalar bile ailelerinden gelen katı, ayrımcı anlayışlarının yumuşamasına ve hatta ailelerini bile yumuşatmasına neden oluyor.

Bütün bu süreçte gittiği her yerde değişmeyen tek bir şey var ki o da Corc’un bitkilere ve hayvanlara düşkünlüğü. Akşamları eve dönerken ceplerinde tohumlarla dönüp onlarla yatağa girmek istiyor.. Bitkiler üzerinde kendince deneyler yapıyor. Hangi bitki hangi toprakta daha iyi yetişiyor onu kendine kurduğu küçücük bahçelerde deneme yanılma yoluyla buluyor. Öyle çilekler yetiştiriyor ki pazarda onun çileği kadar tatlısı yok mesela. . Çiçekleri hasta olan bazı hanımlar Corc’tan onları iyileştirmesini bile istiyolar.   
Hatta ona" Bitki Hekimi" diyorlar kendi aralarında.
Cebinde böcek, kertenkele, kurbağa ile eve gelip evin sahibesine belli etmeden onlarla yaşamaya çalışıyor ama tabi ki yakalanıp onları bahçeye geri bırakmak zorunda kalıyor.

Mücadele içinde geçen hayatın sonunda Corc Karvır üniversite eğitimini de tamamlayıp beyaz siyah ayrımı yapmaksızın kolejdeki öğrencilerine yardım eden kendini kolejdeki laboratuarında araştırmalarına adayan, maddiyata önem vermeyen, ülke çapında ünlü bir profösör oluyor. 
 “George Washington Carver (1861-1943). American botanist and inventor.” diyor vikipedi onun için.
Tatlı patates ve Amerikan fıstığından yüzlerce farklı ürün ürettiğinden de bahsediyor. ( http://kimdirnerelidirhayati.com/genel-biyografi/george-washington-carver-kimdir-hayati-buluslari/)



Gördünüz mü nasıl bir kitap okutmuş öğretmenim bize o yaşlarımızda.   Bu yazıyı hazırlarken bir yandan da farklı ilçelerde beraber olduğum ve FB tan bulduğum bir kaç ilkokul arkadaşıma sordum; ben hatırlamıyorum siz hatırlıyor musunuz diye ve yanıt geldi...
 " Ben çok iyi hatırlıyorum. Bizim sınıftı. Ödemiş Lisesi Ortaokul 1. Sınıf, Türkçe öğretmenimiz  Nigar Öztekin" demiş Gürsel Saygılı. Umarım bu yazı öğretmenimin de eline ulaşır.. Ona ne kadar teşekkür etsem az; bana bu anıyı hediye ettiği için.
Kitap elime ulaştığında beni şaşırtan ve kitabı daha da değerli kılan kitabın gerçek sahibinin adına ulaşmış olmamdı.  Kitabı satan sitedeki kişi gerçek sahip mi yoksa bir başkasının kütüphanesinden mi almıştı bilmiyorum ancak kitabın gerçek sahibi o zamanın Erkan'ı şimdininse Erkan Bey'i.  Kitap kendisine hediye edilmiş. "Erkan'cığımın gerçek bir fen çocuğu olması dileğimle"  yazmış hediye eden. Keşke kendisiyle  karşılaşsam da ondan da kitapla ilgili kendi hikayesini dinlesem. Bakarsınız bulurum Erkan Bey'i ve bir diğer yazının konusu da bu sohbet olur... Şimdi kitap yol arkadaşımda. Ben anlattıkça o kadar merak etti ki o da okumak istedi. Toronto seyahatim sırasında ona bıraktım Fen Çocuğu'mu. "Merak etme ona iyi bakacağım.. Gözün arkada kalmasın" dedi..  
Döndüğüm zaman görme engelli küçükler için de okuyup çocukluğumun kitabını onlarla da paylaşırım belki. 
Vancouver'dan yazdığım bir önceki yazımı " Ben hep sevgiyle ve sanatla kalın derim ya bu yazılık Sevgiyle ve Geçmişteki Güzelliklere Bağlı Kalın " diyerek bitirmişim; bu da öyle olsun...            
Habent sua fata libelli… 
G.D.











28 Nisan 2016 Perşembe

14 Nisan 2016 sabahı Vancouver'da böyle başladı...

İlkokul 3, babamın mesleği yine  beni almış Türkiye'nin hoş bir ilçesine atmış; Fethiye.
İlçenin kaymakamı için ayrılmış lojman 1. Karagöz'ler diye adlandırılan, 1957 de yaşanan
büyük  deprem sonrası yapılan deprem evlerinden biri; iki katlı. 

Sokak kapısı doğrudan bir oturma odasına giriyor. Mutfak ve misafir odası
 alt katta yatak odalarıysa üst katta, önünde küçük ama arka tarafta büyük  bahçesi olan bir ev.
Babam her zamanki gibi arka ve yan bahçeyi sebzeler için, ön bahçeyiyse çiçeklere ayırmış.
Ön bahçede akşam üstü, iş dönüşü, votka limonunu içerken gün batımını seyretmek en büyük zevki. O da onun meditasyonuymuş. O zaman meditasyon falan bilmiyoruz ama onun için öyleymiş meğerse. Bahçenin yan tarafında yer alan mısır ve baklaları  toplamak benim işim, arka bahçenin sebzeleri ise annemin işi..

Ön bahçede bir Limon ağacı var. Babam "Bu senin buna sen bakacaksın"  diye belki de  hayatımdaki ilk büyük sorumluluğu vermiş bana. Sulanacak, çapalanacak,  limonlar toplanacak...
Hayır, bir işi verdimiydi de ciddi ciddi gözünüzün içine bakardı; ne oldu limonlara diye!!!           O güveni nasıl yok edebilir ki insan... Mecbur bakılacak o limonlara.
Bir de evin ön cephesindeki balkonlarından hemen hemen her gün izlediğimiz  Yunus balıkları.. Günün hangi saati olduğu fark etmez bir bakarsınız onlar oynamaya başlamışlar denizde...  


Ne evin önünden ne de gittiğim Yunus Nadi İlkokulu'nun bahçesinden denize girerken (çocukluğun güzelliğine bakar mısınız ? ) hiç korkmadım onlardan. 

Yüzerken burun buruna gelir miyim, gelirsem ne yaparım  diye hiç sormadan attım kendimi denize.     
Sonra ne olduysa ben denizin içinde yaşayanlardan ürkmeye başladım. Yüzmeyi çok severim ama ben yüzerken denizin altında kimler dolaşıyor hiç bilmek istemem.. O nedenle de ne İstanbul'daki ne de dünyanın başka bir yerindeki akvaryum tarzı yerler hiç ilgimi çekmez. Ya sonra çok korkar ve denize girmek istemezsem ???!!!
O nedenle gitmem de görmem de... Ben sadece yüzerim..
İşte böyle korkak ve ödlek bir durumdayken birden kendimi ciddi bir para ödeyerek Whale Watch turunda buldum...
Sabah 9:30 da özel bir otobüs biz katılımcıları şehrin ( Vancouver) çeşitli yerlerinden topladı ve Steveston Village
adlı bölgeye götürdü. Götürürken yolda bizlere  bir form doldurtup imzalamamızı istediler.

" Ben Gülay Doğan bu gezinin tehlikeli olduğunu biliyorum. Bu gezide ölebilirim, yaralanabilirim ancak bu geziye katılmanın tüm sorumluluğu bana ait.. Ölsem de yaralansam da tüm okuduklarımı anladım ve kabul ettim... imza:  Gülay Doğan " 

Rezervasyon yapmışım ama para henüz hesabımdan çekilmemiş... Vazgeçsem mi???

Bir yandan çocukluğumda beni hiç korkutmadan birlikte yüzmeyi göze aldığım yunuslar öte yandan sonradan nasıl oluştuğunu bilemediğim korkularım..

Otobüste İsveç, Avustralya, Taylan, San Francisco olmak üzere çeşitli ülkelerden farklı insanlarla beraberim ve yiğitliğe ben vazgeçtim demeyi yediremiyorum. Ayrıca, istemiyorum ki  vazgeçmeyi.. Gerçekten onlarla yeniden buluşmayı istiyorum. Çocukluğumda hemen hemen her gün odamın balkonundan gördüğüm o balıkların denizin içindeki oyunlarını özlemişim meğerse ben...

Yoksa ben çocukluğumu mu özledim dersiniz? Her neyse ne. Ben bu işi tamamlamak istiyorum.
Tamam, ölsem de yaralansam da sorumluluk benim! 


İşte 14 Nisan 2016 sabahı Vancouver'da böyle başladı...    


Bota bindik ve açıldık denize. Önce Stellar ve California türü Sea Lions'ları gördük.
Kum torbası gibi kayalıkların üzerinde sonra da birbirlerinin üzerinde horlamaya benzer sesler çıkararak öööyle yatıyorlar. 

Sonra biraz daha gittik ve bot durdu.  Sonra da bana çocukluğumu hatırlatan dostlar kendilerini göstermeye başladılar. 

Yüzdüler, zıpladılar, su fışkırttılar..

Sevinç içinde, hiç korkmadan, bu denizin altında neler oluyor demeden, keşke daha çok kendilerini gösterseler diye diye izledim onları. 
Kendi aralarında Resident ve Transient' lar olarak ikiye ayrılıyorlarmış. Resident deyince bütün sene hep buradalar, bu denizdeler, başka bir yere gitmiyorlar zannettim ama rehbere sorunca anladım ki işin aslı  öyle değil. Resident'lar da başka denizlere gidip sonra buraya dönüyorlarmış ama hep aynı rotayı izliyorlarmış. O nedenle adları resident. Transient olanlarsa kah orada kah burada başlarını dışarı çıkarıp buradayız derlermiş.





Resident'ı  Transient'i hepsi bizi karşıladı bugün. Hiç korkmadım,  sizlerden hiç ürkmedim.  Hava müsait olsa, sanki,  denize bile girerdim sizlerle... Belki eski arkadaşlıklar böyle bir şey işte. Birbirinizi senelerce görmezsiniz ama çocukluğun verdiği güvenle olduğu yerden başlarsınız..

Ben hep " Sevgiyle ve Sanatla Kalın " derim ya bu yazılık 
 "Sevgiyle ve Geçmişteki Güzelliklere  Bağlı Kalın "

G.D.