28 Eylül 2017 Perşembe

Siz de katılmaz mısınız ?

Leyla Gencer ( 1928-2008)
Babası Hasanzade İbrahim Bey: Safranbolulu


Çocukluğumda hemen hemen her yaz babaannem ve dedemi görmek için gittiğimiz, o zamanlar bu kadar popüler olmayan bir ilçe. Dedemler, şimdilerde bir gece konaklamasına yaklaşık  150- 200.- TL ödenilen o eski tarihi Safranbolu evlerinden birinde oturuyorlar.  

Şimdi de hala muhafaza edilen çarşıyı  bazen tüm 
aile beraber çoğunlukla da öğretmen emeklisi dedemle geziyorum. Yanında beni götürmeye bayılıyor. Bizi görüp " Ooo, Ata Bey günaydın. Torun mu ? " diyen esnafa, zanaatkara da " bizim kaymakamın kızı; tatile geldiler. " diyor ama bence esas amaç beni tanıştırmak değil.   Öğretmen maaşıyla sadece birini okutabildiği çocuklarından kaymakam olan oğluyla övünüyordu hala gizli gizli; ben, "olmaz sen misafirsin bundan da al" diye ikram edilen ÖZKAN Safranbolu lokumlarını mideye indirirken..  
Bu tarihi Safranbolu evlerinden birinde yazları da olsa yaşamış olmak bana kendimi ayrıcalıklı hissettiriyor . 
Zira ben özellikle de yabancısı olduğum,  insanlarını tanımadığım yerlerde oradaki evlerin içinde kimler yaşıyor, yaşam tarzları nasıl merak eder, düşünürüm.  Şimdi otel olmuş yerlerde konaklıyorsam da, kimler yaşamış neler yaşanmış acaba diye geçiririm aklımdan odanın dört bir köşesine bakarak. 
İşte bu  evlerden birinde  yaşananların parçası olduğumu bilmekten geliyor bu ayrıcalık. 
Evet yazdan yaza oraya gitmek o  tarihi Safranbolu evlerinden birinde yaşamak güzeldi ama tek sorun tahta kurulardıydı. Babaannem ben gelmeden önce tüm evi kaynatılmış cevizlerin suyu ile sildirmiş olsa da ( tahta kuruları cevizin kokusundan kaçarmış demişlerdi ona ) o tahta kuruları  bir şekilde kaçmaz evin bir yerine saklanır ve benim yolumu  dört gözle  beklerlerdi her yaz. Ne annemin ne babamın ne de abimlerin, sadece benim yolumu beklemeleri sizce de haksızlık değil mi ?  
Anlayacağınız meşakkatli bir tatil olurdu benim için ama yine de o ev, odaları, sedirleri, kullanılmayan ama dolap kapağı gibi açılan aslında eskiden banyo olarak kullanılan  gömme dolapları, her akşam yerlere serilen yatakların yorganların sabahleyin katlanıp konduğu yüklükler hep gözümün önünde. 
Ama ne yazık ki bu tatillerin hiçbirinde kimse bana , o dönemler 40 yaşlarında olan, Leyla Gencer'den bahsetmedi. 
Bahsetseler önemini anlar mıydım yoksa bahsettiler de ben mi önemsemedim bilmiyorum.
Bana "Gel bak, sana bizim buradan çıkıp şimdi dünyaca ünlü opera sanatçısını anlatalım sen de büyüyünce onun gibi ol! " deselerdi keşke. 
Ben yine eski Safranbolu evlerinde yaşadığım anılarımla övünür onları size anlatırdım ama      Leyla Gencer’in hemşehrilerinin onun hakkında anlattıklarını da kim bilir nasıl  sarar sarmalar saklardım anılarımın içinde. 
Ama sonradan onun anılarını okuduğum da anladım ki tüm dünya onu vatandaşlarından da hemşehrilerinden de iyi tanıyordu; ne yazık ki !
Dünyagöz Vakfı'nda yer alan stüdyoda, görme engelli dostlara kitap okumak için başvurduğumda hangi kitabı okumak istiyorsunuz dediler.  
Ben de kütüphanemden Zeynep Oral'ın kaleme aldığı "Leyla Gencer Tutkunun Romanı" nı seçtim. 2011 senesinde almış Zeynep Oral'a imzalatmışım. Yeniden hatırlamak istedim bu kitabı .  
Dünyagöz Vakfı bu talebimi GETEM'e  (Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Mrk.) bildirdi oradan da  olumlu yanıt gelince okumaya başladım.
 " Kitabı bir çırpıda okudum! " diyemeyeceğim.
 Günlerimi hatta haftalarımı aldı. Tabi bunda, başka işlerim nedeniyle ara vermek zorunda kalmam da bir nedendi ama esas neden  bu muhteşem sopranonun
ne yazık ki Türkiye'den daha çok yurt dışındaki operaların, şeflerin dikkatini çekip oralarda çok daha fazla yaşamış başarıdan başarıya koşmuş olmasıydı. 

Ah Leyla Gencer ne vardı gidecek oralara ? 
Şuralarda Kemal amca, Fatma teyze ya da Ahmet Bey, Ayşe Hanım'dan bahsetseydiniz de ben de kitabı bir solukta  okuyabilseydim.
Ne vardı   daha   İstanbul belediye konservatuarına girdiğiniz an " Hedefim Scala Operası, ya orada söylerim ya da ölürüm" diyecek. Sonrasında da Ankara operasında şan dersleri vermeye gelmiş   ünlü soprano Arangi Lombardi ‘yi İstanbul'da yakalayıp  gözüne girecek ve konservatuarı bırakıp onunla Ankara'ya gidecek. 
Ankara'da, İtalyan büyükelçisinin " Niye Roma'da radyoda konser vermiyorsunuz " sözüyle başlayan Roma ve arkasından Napoli San Carlo operası müdürüne sizi dinlemesi için giden telgraf ve 16.7.1953 Arena Flegrea'da on bin kişinin karşısında süren İtalya macerasına girişecek. 

İşte  bu yüzden bir çırpıda okuyamadım bu kitabi çünkü hayatınızı, hayatınıza girenleri kelime kelime , hece hece değil HARF HARF okudum da ondan.. 
Zira 15-20 şer dakikalık kayıtlarla tamamlanan kitaptaki her yabancı kelime her bölümün sonunda, o bölümde geçen yabancı kelimeler denilerek, nasıl yazıldıklarını da bilsinler diye   görme engelli dostlar için harf harf okunuyor.
Gidilmedik ülke , oynanmadık opera , çalışmadık besteci , kişiliğine bürünülmedik karakter, çalışılmadık orkestra şefi  bırakmadığınız için Leyla Gencer ben de bu kitabı harf harf okumak durumunda kaldım. 
Bitirdiğim zaman " Ohh bitti neyse ki" dediysem de bayağı alışmışım sizinle birlikte yaşamaya ben de sizin gibi ırak ellerdeyken. 
Ama biz sizi bu yönlerinizle hiç tanımamışız, kimseler anlatmamış sizi bize.. 
Zeynep Oral'ın muhteşem sabrı ve araştırmasıyla ortaya çıkmış bu kitapta Zeynep Oral'ın dediği gibi Türkiye'nin nerede olduğunu bilmeyen ama kendilerine "Ben Türk'üm " dediğinde sadece Leyla Gencer'i soran İtalyan gençler sizi bilirken biz bilememişiz. 
Norma, Casta Diva, Maria Callas dendiğinde hafifçe kaşımızı kaldırıp  "Aaa evet" diyebilirken onu Norma rolünde geçip gittiğinizi Casta Diva’yı çok daha iyi söylediğinizi ve opera dünyasında bir tarih yazdığınızı yeterince  bilememişiz.   
Zeynep Oral kitabını  "Yeryüzünün harikalığına, insanoğlunun müthişliğine beni bir kez daha inandırdığınız için teşekkür ediyorum" diye bitiriyor

Ben de Dünyagöz Vakfı'na, GETEM'e Görme Engelli dostlar için ne  okumak istersiniz diye sorarak bu kitabı bir kez daha elime almama neden oldukları için, Zeynep Oral' a da  uzun uzun her anını dolu dolu anlatarak yazdığı için teşekkür ediyorum. 

Şimdi yine Dünyagöz Vakfı / GETEM için yeni kitap ve belki de yeni anılara... 

Siz de katılmaz mısınız? 
G.D.



  


 








18 Temmuz 2017 Salı

Geleceğin büyük, şimdinin DÖRT ÇEYREK'likleri...



Yine memleketten 10.000 km uzak, yine Toronto;  ama bağlanacak anılar İstanbul..
Kopamıyor bu iki şehir birbirinden. Birinden birini tam olarak seçip diğerine tamamen elveda demeden ne oralı olabiliyorsunuz ne buralı.. Bu sefer kararlıyım; burada, yani Toronto’da, uzun süre kalacağım ve şehri bu sefer turistik tarafıyla değil de insanlarıyla, kurumlarıyla da tanıyacağım.
Bunun en kolay yolu da gönüllükten geçiyor. Nerelerde gönüllü olmak istediğimse zaten belli; klasik müzik ya da tiyatroyla ilgili her yer. 

Nisan ayında aklımda olan birkaç yere başvuru gönderip kendimi tanıtıyorum.  
Bazıları bana “ Eylül’de gel diyor.”  Bu sefer Eylül’de gel diyenlere bir yazı daha yazıyorum.
“ İyi de ben yazın ne yapacağım?  Sizin buralarda nerede, nasıl çalışılır yazın? “  Tabi sorular doğrudan böyle olmayıp daha profesyonelce ve daha kibar sorulmuş olsa da içimdeki his bu.
İnanmazsınız hemen cevap geliyor " Şu dergilere bak orada yazın neler olacağını görebilir onlara başvurabilirsin. Çok fazla seçenek bulacağından eminiz."
Nitekim öyle yapıyorum..
https:/www.mouramusicstudios.com
Konservatuara başvuruyorum ve bana bir günlük de olsa bir iş veriyorlar. Hem çalışıyorum hem de oradan birileriyle tanışıyorum. Daha sonra birlikte kahve içip sohbet ediyoruz. Sektör hakkında bilgi 
alıyorum.
Dergide ayrıca "Toronto Summer Music Festival"  gözüme ilişiyor.  Onlara yazıyorum… Yanıt geliyor  " Çoookk teşekkür ederiz bizimle gönüllü olarak çalışmak istediğin için".  Hemen ekteki programdan müsait olduğum gün ve saate ve de yapmak istediğim işe göre başvuruda bulunmamı istiyorlar. 
https://www. stg.classical963fm.com
 Başvuru formunda iki adet seçim yapmam isteniyor. Oysa bana kalsa hergün gideceğim ama o kadar çok gönüllü olmak isteyen var ki herkese  eşit imkan vermek istiyorlar herhalde diye düşünüyorum.
Gönderdikleri formda bir de sürpriz var; çalıştığım saatler  karşılığında festivalde izlemek istediğim konserlere iki kişilik free bilet hakkı..
Bu benim daha çok çalışma isteğimi artırdığı için  kendimi tutamayıp bir e-mail göndererek daha fazla çalışabileceğimi bildiriyorum.  
Yanıt muhteşem “ Tabii, almak istediğin kadar alabilirsin… Çok memnun oluruz.  Özellikle de çocuklar için olan konserleri seçersen bizim için çok iyi olur."
Hani neredeyse bir de enstrüman çalabilsem doğru sahnedeyim.  Yanıt o kadar içten ve davetkar.  
Bu konserlere izleyici olarak gitmek istemiştim ama  üç konserde de yer kalmamıştı.(!)  Onun için konserleri izleyemeyecektim.  Oysa şimdi...
https:/www.torontosummermusic.com  
Hemen Çocuk Konserlerinin hepsi için memnuniyete gönüllü olacağımı söyledim.
Hatta biraz daha ileri gidip aşağıda alıntı yaptığım 03.12.2013 tarihli blog yazımdaki hikayeyi kısaca anlattım henüz karşılaşmadığım ama bir şekilde rahatça mesajlaştığım yetkiliye. 


Gelen yanıt çok hoştu.   " That sounds completely amazing!   What a special artist! "

Okuyanlarınıza hatırlatmaca, okumamış olanlarınıza ise yeni bir yazı olarak koyuyorum o bölümü bu yazımın içine.


" Sonra Fazıl Say‘ın diğer konserleri geçti gözümün önünden. Hepsinden bana, geriye bir şeyler kaldığını fark ettim.
Mesela bir konseri aklıma geldi ki ne orkestra eşliğindeydi ne de resital. Cemal Reşit Rey Konser Salonu, 10.03.2012 , Saat:14:00 “Fazıl Say Çocuklarla” konseri.
Çocuklar için sanatta ne yapıldığı hep merak konumdur. Işıl Kasapoğlu gibi beğendiğim yönetmenlerin çocuk oyunlarına Borusan Quartet, Fazıl Say gibi takip ettiğim müzik grubu ya da sanatçıların çocuklar için hazırladığı konserlere giderim; ne yapmışlar, çocuklara nasıl yaklaşmışlar diye görmek için.
Tek sorun gişede oluyor. Normalde " Bir tam bir çocuk, bir tam iki öğrenci "  gibi bir cümle beklerken benden gelen talebin “ Bir tam lütfen! ” de kesilmesi soru işaretiyle yüzüme bakmalarına neden oluyor gişe görevlilerinin. Ben de onlara bakıp, ne yapayım bizde bu kadar dercesine " Bir tam lütfen “diye tekrarlıyorum ve alıp biletimi giriyorum içeriye.

Fazıl Say’ın 2012 yılında yaptığı bu çalışmada amaç çocuklara klasik müzik
eşliğinde farklı enstrümanların da tanıtılmasıydı.
Enstrümanlar su sesi, baykuş sesi, çan sesi, rüzgar sesi.. gibi sesleri çıkarabilen değişik enstrümanlardı. Ama o an için, nota bilgisi gerektirmiyor sadece belli ritimle vurmak ya da sallamak gerekiyordu. Çocuklar o gün hem klasik müzik eserlerinden bazılarını Fazıl Say ‘ın açıklamalarıyla dinleme olanağını hem de bu değişik sesler çıkaran, geleneksel enstrümanların tamamen dışında yer alan enstrümanları tanıma olanağını buldular.
Belli ki, bu enstrümanları çocukların kullanmasını ve kendisine eşlik etmelerini planlamış. Bir kaç parça çaldıktan sonra “ Şimdi sahneye 8 yaş ve üzerinde 4 arkadaşınızı istiyorum. Kim gelecek? “ dedi ve bir dakika içinde salonun yarısı sahnedeydi.   “ Yok hepiniz değil... Olmaz böyle... Bir kısmınız koltuklarınıza geri dönsün... “ itirazlarını bir kısım çocuk dinlediyse de bir kısmı hiç oralı bile olmadı ve sahnede kaldı.
Fazıl Say da onları kırmamak için " Peki o zaman sizler sahnede şurada biraz geride durun, sizler de önde durup benim vereceğim enstrümanları çalarak bana eşlik edin. Ben size göstereceğim nasıl kullanacağınızı“ diyerek çocukları iki gruba böldü. Çocuklar da sahnede kalmak uğruna bu teklifi kabul ettiler. Sonra enstrümanları çalacak çocuklarla tanışma faslı başladı.


Adın ne, kaç yaşındasın?
Ömer, 11 yaşındayım.
Ben Elif, 9 yaşındayım.
Sen? Ben Hakan, ben de 9 yaşındayım.... diye sıradan tanıtım bitince sıranın en sonunda küçücük bir kız çocuğunun olduğunu fark etti ve ona da mikrofonu uzattı. Daha sorusunu sormadan küçük kız çocuğu mikrofona yapışıp, kendim küçüğüm ama benim sesim yeter demek istercesine yüksek bir sesle  “DÖRT ÇEYREK “ diye kendini tanıttı. 
Aslında sevgili DÖRT ÇEYREK’ in koltuğunda olması gerekiyordu ama hiç niyeti yoktu geri gitmeye, sahnenin tozunu yutmuştu bir kere. Bütün konser boyu sahnede dolaştı, Fazıl Say piyano çalarken, o, onun arkasında kendince dans etti, bazen sahneye oturdu, bazen sahneden bizlere baktı... Sevgili Fazıl Say da ona hiç karışmadı, kendi haline bıraktı. 
https://www.arczablog.files.wordpress.com  
O gün orada özellikle sahnede olan çocuklar Fazıl Say’ı ayrı bir gönül bağıyla hatırlayacaklardır diye düşünüyorum."

İşte böyleydi o gün…

Ve şimdi Toronto’nun  sevgili DÖRT ÇEYREK’liklerini  kapıda karşılamak, yerlerini göstermek, yakalarına küçük rozetlerini takmak ve sonra da onların konser boyunca verecekleri tepkileri izlemek için sabırsızlanıyorum.

Tabi Toronto Senfoni Orkestrası gibi büyük orkestralarda çalan, alanında ün yapmış müzisyenlerin çocuklarla olan iletişimini, Fazıl Say'ın kaşılaştığı gibi, beklenmedik bir olayla karşılaşırlarsa nasıl tepki vereceklerini de merak etmiyor değilim hani …

Sevgiyle ve Sanatla kalın,
G.D.