10 Kasım 2013 Pazar

Ölümünün 75. yılında Ata'yı, ondan bir şeyler anlatarak, saygıyla anmak istedim.

Geçen akşam bir söyleşideydim.
Önce, Atatürk'ü cumhuriyet fikrine ulaştıran süreci anlatan  "Yükselen Bir Deniz " belgeselinin ikinci bölümünü izledik, ardından bu yolculuğu, belgeselin yapımcısı Can Dündar'dan dinledik. 

Dönemle, Atatürk'le ilgili sorularımızı yaptığı araştırmalara dayanarak cevapladı Can Dündar. Çok güzel, çıktığımda "iyi ki  gitmişim" dediğim bir söyleşiydi.
Avni Arbaş, 1988
Atlı Mustafa Kemal
Pera Müzesi'nin, bir önceki yazımda bahsettiğim, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 90.yıl dönümü anısına gerçekleştirdiği Düşler, Gerçekler, İmgeler sergisinin bir uzantısıydı bu söyleşi de. 

Söyleşi, Atatürk'ün öngörü yeteneği, ilerici görüşleri, kararlılığı, batılılaşmaya, batılılaşma yolunda sanatın rolüne verdiği önem üzerinden ilerledi.
Ata'nın kafasında canlandırdığı Türkiye'yi oluşturmak adına yaptığı ilerici girişimler, ilerlemek adına duyduğu dayanılmaz heyecan, bu heyecanın attığı adımlara nasıl yansımış olduğu da konuşuldu. Bunlardan birisi de Özsoy Operası ile ilgili hikayeydi. Hikayeyi daha önce bir yerlerde okuduğumu hatırladım ama tekrar ve daha detaylı dinlemek çok hoşuma gitti.Sizlerle de paylaşmak istedim. 

1934 yılının Mayıs ayında İran Şahı Rıza Pehlevi Türkiye'ye gelecektir. Cumhuriyetin 
İran Şahı Pehlevi ile birlikte, Ankara. (16.06.1934)ilanının üzerinden 11 yıl geçmiştir ve Atatürk İran Şahı'na ülkede gerçekleştirilmiş olan yenilikleri  sergilemek heyecanı içindedir. Ancak yapılanlar Ata'ya yetmez, Şahı etkileyecek bir program içinde neler olmalıdır diye çevresiyle görüşmeye başlar.
Onlara " Şah Pehlevi'yi derinden etkileyecek bir program için neler yapmamızı önerirsiniz?
diye sorar.
                                                                                
Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası'nın açılışında. (09.10.1937)Arkadaşlarından bazıları,  Şahı Atatürk Orman Çiftliğine götürelim der. Atatürk bu fikri yeterince ilginç bulmaz. Bir diğeri Merinos fabrikasının gezdirilmesini önerir ki bu da Atatürk'ün heyecanını yatıştıracak bir öneri değildir. Peki,o zaman Sümerbank'a götürüp fabrikayı gezdirelim? Hayır, bu da değildir Ata'nın kafasındaki.
İran Şahı Rıza Pehlevi ile Hakimiyet-i Milliye Gazetesi'nde. (16.06.1934)"Bütün bunlar İran'da da var.
Onlarda olmayan bir şey yapmalıyız" der.

Arkadaşları onun aklında bir fikir olduğunu anlarlar ve    "Peki siz nasıl bir şey düşünüyorsunuz bu konuda paşam?"  diye sorarlar.

Atatürk tüm heyecanı ile " Bir Türk operası yapacağız!.." der.
Herkes çok şaşırır.
İyi de, bu opera nasıl yapılacaktır?
Librettoyu kim yazacak, besteyi kim yapacak?
Ortada ne sanatçı var, ne orkestra var...
Nasıl olacaktır ki bu ??
Ancak Atatürk her zaman olduğu gibi kararlıdır; " Bir Türk operası yapacağız" .
Hatta bestelenecek operanın konusu da kafasında bellidir;İranlı'ların "Şeyhname"sinden         esinlenerek oluşturulan bir destanın konusudur kafasındaki.
Çevresindekiler, "Peki besteyi kim yapacak paşam?" diye sorduklarında " Paris'teki eğitiminden yeni gelen bir genç var, adı Adnan, ondan isteyin besteyi yapmasını" der.
Bahsettiği 27 yaşındaki genç, o dönemde Musiki Muallim Mektebi'nde öğretmenlik yapan Adnan Saygun'dur.
Operanın konusu bellidir ancak librettosunun yazılması gerekir, bu görev de Münir Hayri Egeli'ye verilir.
Görevlendirilen kişiler Adnan  Saygun'a giderek Mustafa Kemal'in talebini iletirler.
Adnan Saygun aklındaki soruları hızlıca sıralar, aldığı cevaplar kısa ve nettir.
Solist var mı ?    Yok.
Orkestra var mı ?    Yok.
Koro var mı ?   Yok.
Peki ne var?
27 gün.
Evet, beste ile birlikte diğerlerinin de oluşturulabilmesi için sadece yirmiyedi gün vardır.
İşte, ilk Türk operası olan "Özsoy Operası" böyle ortaya çıkmıştır diye sözü bağladı sevgili Can Dündar.
Özsoy Operası, Prömiyerle Sahnelendi
Adnan Saygun gecesini gündüzüne katarak çalışır. Eserin prömiyeri 19 Haziran 1934 gecesi Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi huzurunda gerçekleştirilir. Operada bariton Nurullah Taşkın, soprano Nimet Vahit ve Semiha Berksoy oynamıştır.

Ben de ölümünün 75. yılında, Mustafa Kemal Atatürk'ü, ondan bir şeyler anlatarak, saygıyla anmak istedim.

Sevgiyle,
G.D.

23 Ekim 2013 Çarşamba

75.yıl, 90. yıl... Ve Modern Türk Resminde Cumhuriyet İmgesi

Yıl 1997 Ekim ayı.  Cumhuriyetin 75.yılı kutlanacak.                           By G.D.
O yıl oğlum ilkokul 2. sınıfta.  Gittiği okulun yönetimi muhteşem bir gezi/kutlama programıyla geldi.
Çocuklar, öğretmenleri eşliğinde de 
gidebileceklerdi ama isteyen veli de çocuğuyla birlikte katılabilecekti geziye.  Fikri o kadar beğendim, program beni o kadar cezbetti  ki neredeyse oğlumdan önce kendimi kaydettirdim.  Şaka bir yana oğlumun da  bu tecrübeyi yaşamasını,  Cumhuriyetin 75. yılını bu şekilde kutlamasını gerçekten istedim.
Program şöyle:
27  Ekim gecesi saat 23:00 de Haydarpaşa’dan  trene binilecek, yataklı vagonda yolculuk edilerek  sabah  09:00 civarı Ankara Garına varılacak. 
Ankara’dan önce sabah daha erken bir saatte Geyve’de bir molamız var.  Geyve İstasyonunda  çocukları bir takım asker karşılayacak.  Birbirlerini askerce selamlayıp, karşılıklı “Günaydın !! “ ve “Sağ ol !!! “ dedikten sonra , çocuklar ve veliler Geyve’nin şehir parkında kahvaltı edecek ve yeniden yola çıkılacak. Ankara’ya vardıktan sonra ilk iş Anıtkabir’e gidip Atamızı ziyaret edeceğiz.
Sonrasında  Ulus’ ta  ilk  TBMM ziyaret edilip oradan öğlen yemeği için Ankara Palas’a geçilecek. Yemek,  Atamızın 17 ocak 1929 tarihinde dans ettiği salonda yenilecek.  http://www.mfa.gov.tr/ankara-palas-devlet-konukevi.tr.mfa 
  
Yemek esnasında  da Ankara Devlet  Opera ve Balesi’nden   sanatçılar çocuklar için operetlerden  bölümler  seslendirecekler.
Yemek sonrası ise hedef  Anadolu Medeniyetleri  Müzesi ve Ankara Kalesi.   
Akşam yemeği  de o bölgede  yenildikten sonra Ankara Büyük  Sahne de yine Ankara Devlet Opera ve Balesi’ nin  sahneye koyduğu bir opera izlenmek üzere hareket edip bitiminde de trenimize geri dönüp Haydarpaşa’ya doğru yola çıkacağız.
İşte bütün bunları yaptıktan sonra muhteşem bir gün geçirmiş olmanın, Ankara’yı,  Atamızı dolu dolu yaşamış olmanın verdiği hazla trene bindik.  Aslında çoluk çocuk hepimiz çok yorgun ama çok mutluyduk.
Çocuklar o yorgunlukla ve kompartımanda bir ranzada yatmanın getirdiği heyecanı daha fazla yaşamak hevesiyle olsa gerek uyumaya gittiler. Biz veliler de yemekli vagonda oturduk biraz.  O arada organizasyonda yer alan görevlilerden biri  sabah
06:00 da Geyve‘de yine mola verip kahvaltı edeceğimizi söyleyince bizler  “Çocuklar çok yorgun; sabah onları uyandırmak zor olur,doğrudan Haydarpaşa’ya gitsek daha iyi. “ dedik ve herkes uyumak üzere kompartımanına döndü.
Yorgunluk ve trenin beşik gibi sallamasını hesaba katarsanız derin bir uyku uyumaktaydık ki sabaha karşı koridordaki koşuşturma ve “çocukları uyandırın, hemen giyinelim” sesleriyle uyandım.  Kapıyı açıp görevliye “Hayırdır, ne oluyor, niye telaştasınız ?” dedim.
“Sormayın meğer Geyve Belediye Başkanı çocukların trenle geçeceğini duyunca dönüş sabahı da misafir ederiz çocukları demiş . Yine bir takım  askerle  çocukları Geyve İstasyonu’nda bekliyorlarmış, durmazsak çok  ayıp olur.  Çabuk giyinip hazır olmalarını sağlar mısınız “dedi.
Çabuk  hazırlayalım da çocuklar pestil gibi uyuyor. Onların uyanıp hazırlanmaları bir yana bizim hazırlanmamız bile çok zor... Hemen oğlumu uyandırdım bir yandan durumu anlatıp bir yandan giydirmeye çalıştım ama  anneler uykulu bir çocuğun hele tren yol alırken giydirilmesinin ne kadar zor olacağını tahmin ederler.  Başını sizin omzunuza dayar, bir patates çuvalıymışçasına tüm vücut ağırlığını size vererek  gözleri hafiifff  aralık  uyumaya devam eder. Siz de kumaştan yapılmış içi dolu yumuşacık  bir mankeni  giydirir gibi  onu giydirmeye çalışırsınız... Yani en azından benim oğlum öyle yapardı.
Panik haliyle koşturmalar devam ederken  görevlilerden biri  “İNMEKTEN VAZGEÇTİK ÇOCUKLAR HAZIR OLAMAYACAKLAR...   HAZIR OLANLAR PENCEREDEN EL SALLASINLAR... ” diye yüksek sesle çocukları ve bizi pencereden el sallamaya çağırdı. Hazır olanlar gözler uykulu da olsa pencerenin önünde yerini aldı. Gerçekten de pencereye geldiğimizde istasyondaki  Belediye Başkanı ve bir takım askerle karşı karşıyaydık... 
El salladıkkkk, el salladııkk ve geçiiiipp gittik Geyve’den. 
Evet çok ayıp olmuştu ama çok geç haberdar olunmuştu bu durumdan ya da görevliler bu ayrıntıyı atlamıştı.

Çocuklar aynı uykulu halleriyle ve  üzerlerindeki formalarıyla yataklara döndüler. Ben ve bir kaç veli yine yemekli vagona gittik. Masaya oturduğumuzda
“ Selamsız Bandosu adlı filmi izlemiş miydiniz ? “ diye ortaya sordum. Ne tesadüf  ki masadaki herkes izlemişti ve hepimiz gülmeye başladık.  

Zira, filmde Selamsız adlı kasabaya Cumhurbaşkanı gelecektir. Onlar da kasaba halkından oluşan bir bando kurup Cumhurbaşkanını beklerler. Elbette Cumhurbaşkanı  arabasından inip onlarla konuşacak işte o  anda da  onlar kasabaları için istedikleri tüm dertlerini anlatıvereceklerdir. Kırmızı halı sererek bekledikleri yol kenarında, karşıdan gelen , makam arabalarının oluşturduğu konvoyu görünce heyecanla çalmaya  başlar Selamsız Bandosu, beklerler ki Cumhurbaşkanı durup arabadan insin.
Ama o da ne ??  Araba durmaz.  Pencereleri perdeli, siyah resmi arabadan  elinde şapka tutan bir kol uzanmakta ve kendi yüzünü göstermeden sadece eliyle halkı selamlayarak  geçiiip gitmektedir beklenen kişi.
İşte biz de  Sevgili Şener Şen’in Selamsız Bandosu filminin son sahnesini birkez daha çekivermiştik oracıkta, farkında olmadan...

Nereden mi geldi bütün bunlar aklıma ?

Pera Müzesinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin 90.yıl dönümü anısına gerçekleştirdiği  “DÜŞLER, GERÇEKLER, İMGELER: MODERN TÜRK RESMİNDE CUMHURİYET İMGESİ “ sergisinden.
Özellikle de kendimi Nedim Günsür'ün Yeşil Tren tablosunun önünde bulduğumda...

 "Başta kararlılık, cesaret ve duru bir ahlak vardı.  Kendi ayakları üzerine kalkan Anadolu insanı
özgürlük duygusunu çelikleştirdi. Cumhuriyet'in yarattığı ilk imge bu insana aittir. Yeni evrenin ortasındadır o; saftır, yaratıcıdır, toprak kökenlidir.Cumhuriyet'in epik kuruluş imgesi Avni Arbaş'ta Mustafa Kemal'in iradesini,  Abidin Dino'da Kuvayyi Milliye ruhunu, Cihat Burak'ta tarihsel parodisini bulur.  Dönem idealist insanların, dört nala koşan atların, kağnı çeken mandaların kader birliğine tanıklık eder. "  diye söze başlamış serginin küratörü Ekrem Işın

Abidin Dino, Avni Arbaş, 
Nuri İyem, Nedim Günsür  gibi 21 sanatçının resimlerinin yer aldığı sergi 10 Kasım’da sona eriyor. Kuvayi Milliye yılları, köy yaşamı, göç, gecekondulaşma ve kentleşme...
Bence  tam da 29 Ekim’de gidin sergiyi gezmeye.  
Sanatçıların resimleriyle anlattıkları Cumhuriyeti, toplumun değişimini, sancılarını küratörünün yalın anlatımıyla orada, “O”  günde yaşayın.


Hatta sonrasında, Atatürk'ün her geldiğinde kaldığı 101 numaralı odaya ev sahipliği yapan Pera Palas'a da uğramaz mısınız, hazır buralara gelmişken ?





Sevgiyle ve Hep Sanatla Kalın.
G.D.





24 Eylül 2013 Salı

Eyvah! Yine mi Salça?


By G.D.
11.09.2013, Kıbrıs'a gitmek üzere Atatürk Hava Limanındayım.
Biraz önce pasaport kontrolünden geçerken elinde yaklaşık 10 kg.lık  salça kavanozuyla gelen  bir kadın polis  gördüm.
Arkasında da büyük ihtimalle salçanın sahibi. Gümrük kontrolünden geçen bavulların yanında bir 10 kg. lık kavanoz daha var; o da tarhana kavanozu. Kadın polis 

" Tarhanayı alabilirsiniz onda sorun yok ama
salça için benimle gelin lütfen " dedi arkasındaki bayana.

O zaman anladım ve gülümseyerek anımsadım "buraların ne salçası biteer, ne turşusu... " sözünü.

Birazdan okuyacaklarınız  2011 yılında; yine Atatürk Hava Limanında; yine Eylül ayında yaşanmıştı. Yazıyı uzun zaman önce yazdım ama sizlerle paylaşıp paylaşmama konusunda tereddütüm vardı; tereddütüm yazının içinde sizlere sanatla ilgili bir haber iletmiyor olmamdan kaynaklanıyordu.
Ancak, bugün hava limanında bir salça kavanozu daha görünce paylaşmaya karar verdim.

Keyifli okumalar :))))      
                                                                           Strasbourg 2011, By G.D. 
Birdenbire karar verdik; gidelim buradan, 4 günlüğüne de olsa kaçalım. Kimselere de söylemeyelim. Ruhumuza iyi gelen bir yer olsun . Yaz bitmeden güneş sırtımızı ısıtsın, etrafta çiçekler olsun, estetik ama samimi, basit bir yer ve de mümkünse kimsenin dilini anlamayalım ki takılmayalım konuşulanlara. Yani öyle bir boşluk olsun işte, ruhumuzu dinlendirecek. 
Hedef Strasbourg. İlk defa göreceğiz ama 3-4 gün için çok iyi bir karar olduğunu duymuşuz sağdan soldan.
Bu düşüncelerle küçücük bir bavulla hava alanına geldik; öyle küçük olsun ki kargoya bile vermeyelim, uçak iner inmez karışalım hayata. 
Ataturk Hava Limaninda gümrükten geçip Basel uçağına son bir kapı kalmışken bir bağırtı duyduk. Zayıf, minyon, sert suratlı, hani ben küçük gözükürüm ama tuttuğumu koparırım, yar etmem size buraları tarzında 55 yaş civarı bir kadın, canhıraş bağırıyordu polise.
Dedikleri Türkçe’ydi ama anlamakta zorlanıyorduk neler dediğini. Sonra, kalabalığın arasına karıştı söylenerek. Bitmemişti kavgası, sadece durduğu yeri değiştirdi kadın.
O sırada arkadaşımla kitaplardan, gazetecilerden, gazetelerden konuşuyorduk. “Ece Temelkuran hala Milliyet’te mi ben görmüyorum epeydir” dedi. Ben “Yok Milliyet’te de yazmıyor artık “ derken, birisi bize doğru eğilerek “Ne oluyor orada? O kadına ne olmuş? ” dedi .
O da ne? Bu soruyu soran Ece Temelkuran’ın ta kendisi.

Hani “keşke bir şey dileseymişim bak olacakmış işte, tüh kaçtı yaaa“ tarzında  bir durum.

- "Biz de bilmiyoruz ama biz de şimdi sizden bahsediyorduk Milliyet’te epeydir yok diye" dedik. 
- "Yok Haber Türk’teyim “ dedi ve haberin kaynağına doğru ilerledi.
Sonra da ya gazeteci olduğu için konuyu hemen anladı ve haber değeri bulamadı ya da uçağı kaçmak üzereydi, oradan hızla uzaklaştı. Sonradan anladım ki gazeteci olmak böyle bir şey. Bir haber mi var etrafta, bir şeyler mi kaçırıyorum, aman ha kaçmasın merakıyla sorulmuştu soru.
Ne tesadüftü ama ??
Evet, haberci için haber değeri hiç yoktu gerçekten bizim de sonradan anladığımız konunun ama yine de hayret ve ilgiyle izledik.
Minyon kadın ne dediği çok belli olmadan sadece "ne varmış sanki , ben onu ellerimle yaptım , milli servet bu " gibi lafları uçuşturuyordu havada. Polisler de inanılmaz bir sabırla ve hoş görüyle:
“Bak Ayşe teyzem olmaz.Kurallar böyle. İzin veremeyiz. İzin verirsek biz işimizden oluruz “ diyerek onu yatıştırmaya çalışsalar da minyon kadın kararlı; kesinlikle yatışmayacak, bağıracak, çırpınacak daha çok seyirci toplayacak, belki destekçi çıkar aralarından ümidiyle.
Konuyu anladık; konu aslında basit, ama işin içinde Türk insanı olunca zor.
Ayşe teyze -bu gerçekten minyon kadının adı mı yoksa polise göre her gurbetçi Ayşe teyze midir bilmiyorum - el bagajına koyduğu yaklaşık 5 kg. luk elleriyle yaptığı salçayı gurbetteki evine götürmek istiyor.  Ama kurallar buna izin vermiyor. Ayşe teyze de bu kuralı kabul etmiyor. Konu özetle budur.
Polisler yetmedi, amirler geldi. Amir, minyon kadını olay yerinden uzaklaştırdı . Pedagojide vardır böyle bir kural. Olay mekanından uzaklaşırsanız inatlaşma azalır, anlaşma zemini yaratabilirsiniz çocuklarınızla diye. Ondan mı yaptı bilmem? Zira Ayşe teyze “terrible two” dönemine girmiş bir çocuk gibi, benim dediğim diyor da başka bir şey demiyor.

Hazır Ayşe teyze uzaklaşmışken diğer polis salçayı aldı ve ilerideki çöp kutusuna attı. Ayşe teyze döndüğünde çantasında salça kavanozunu görmeyince gerçekten bir atmaca edasıyla ve sanki de salçam nerede olursa olsun ben kokusundan bulurum atikliğiyle bir seferde salçanın hangi çöp kutusunda olduğunu anlayıp, çöpten 5 kg.luk cam kavanozu aldığı gibi herkesin gözü önünde yere atıp parçaladı… SİZE YAR ETMEM !!!! Ya benim olacak ya hiç !!! 
Minyon kadın, sanki, kural nedeniyle değil de salçayı yemek istedikleri için ona vermeyen polislerle savaşıyordu. Hah işte sonunda da yedirtmedi.
En son kapıdan geçip bizi uçağa götürecek otobüse binmeden önce, bilet kontrolündeki kadın polise :
“Sizi tebrik ederim ne kadar sabırlısınız, ne kadar alttan aldınız, ama bu kadarı da fazla olmadı mı? Herkesi rahatsız etti saatlerdir, siz de bu kadar uğraşmak zorunda değilsiniz. Uçuşunu iptal ederiz falan deseydiniz, belki işe yarardı “ dedim.
Kadın polis o kadar sakin , o kadar bezmiş bir o kadar da bana hak verircesine, şimdi burada tutarsak, aman o salçanın ağırlığı hiç gitmez bırakın bir an önce şu uçağa binsinler de gökyüzünün bir noktasında kaybolsunlar, uçtukça hafifler, sakinleşir salçayı da unuturlar, dercesine cevap verdi : “Aman hanımefendi buraların ne salçası biteeer , ne turşusu."
Ne diyeyim kolay gelsin...
 
Yazının başında da söylediğim gibi bu olayı 22.9.2011 tarihinde Atatürk Hava Limanı’nda yaşadık.
                                                                                                             Helsinki, Porvoo, Tallinn 2012, By G.D
- Yine aynı arkadaşımla , yine 4 günlügüne, 2012 Temmuz ayında yola çıktık. Helsinki, Porvoo ve Tallinn için.

- Bu yılın programında Burgonya bölgesinde üzüm bağlarını dolaşmak var. Dün Lyon'a oradan da Beaune'a geldik. 4 gün buralardayız.

- Sevgili Ece Temelkuran da şu anda Birgün  gazetesinde yazıyor.

Gastronomi ve Mutfak Sanatlarından hareketle yine "Sevgiyle ve sanatla kalın " diyorum :))

G.D.

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Her Piyanonun Bir Hikayesi Var...

Yıl 2001, Eylül ayı. 
Tiyatro yapmak isteyip de bu hayalini gerçekleştirememiş bir arkadaşımla amatör de olsa  tiyatro yapsak bir yerlerden başlasak diye konuşurken, gazetede gördüğüm  bir tiyatro okulunun “ amatör oyunculuk sınıfı “ ilanını getirip “ Hadi buraya telefon açalım ve hemen kaydımızı yaptıralım. ” dedim.
Düşünmeyelim, tartıp biçmeyelim, ertelemeyelim. Yaptıralım kaydımızı bitsin.  
By G.D.
Aynen de öyle yaptık. Sonrasında da iki sene her hafta sonu pazar günlerini sabahtan akşama kadar o kursta  oyunlar hazırlayarak, sahnede rollerimizi çalışarak geçirdik. Sene sonunda da oyunumuz vardı tabi. Amatördük ya, bir sınıfı tiyatro sahnesine çevirerek oynadık oyunlarımızı.

Enteresan bir şekilde de iyi arkadaşlıklar kurduk sınıf içinde. 
İşte bir gün bu arkadaşlardan birinin  evinde kahvaltı ederken,  ev sahibi arkadaşımız bir gün önce evlerine gelen piyanoyu göstererek “ Babam Alara’ya hediye almış. Dün de bize sürpriz yaparak getirtti”. dedi. Alara arkadaşımın o zaman beş yaşında olan  kızıydı. 

Öteden beri enstrümanlara ilgim vardır. Müzik kulağım iyi olduğu için de nota bilmeksizin elime aldığım enstrümandan bir melodi çıkarabilirim.   İşte o basit melodilerden bir şeyler çalmak için Alara’nın piyanosunun başına oturuverdim.
Melodiler çok basit olmakla birlikte  arkadaşlarım  bendeki bu  gizli kalmış yeteneğe (!)   o kadar şaşırdılar ki, ev sahibi arkadaşım  “ Yarın seninle gidip sana da piyano alıyoruz. Sen kesinlikle ders alıp piyano çalmaya başlamalısın. Sakın erteleme bunu” dedi.
Diğerleri de bu fikri destekleyince, “Yarın ben gelip kapına dayanıyorum ve gidiyoruz. ” dedi, dediği gibi de yaptı. Ertesi sabah kapımdaydı gerçekten. 

Birlikte Beyoğlu Galata’ daki Zuhal Müzik Evine gittik.  Bir kaç gün önce babasının kızı için bir piyano aldığını hatırlatarak kendisini tanıttı. Şimdi bir piyano daha alacaktık.
Bizimle ilgilenen  satıcı,  Nil’in kaş göz işaretinden konunun benimle ilgili olduğunu anlamış olmalı ki  bana dönerek ,
- “Kendiniz için mi alacaksınız yoksa çocuğunuz için mi ?“ diye sordu.
- “Yok, kendim için .”
- “Çocuğunuz için isteseydiniz daha ucuz piyanolar gösterecektim.  Çocuklar çoğunlukla sıkılıp bırakıyorlar da “ 

By G.D.
Omuzlarıma yüklediği sorumluluğa bakar mısınız ? 
Sen bırakamazsın, sen büyüksün. Üstelik piyano da pahalı olandan !!!!    
Gösterdiği piyano hakkında bir şeyler açıkladı sonra da “deneyin isterseniz “ dedi .
Neyi ?  Nasıl ?  Piyano nasıl denenirdi  ki ???  
“İyidir herhalde sizin tavsiyeniz önemli “ dedim.
Pazardan  bir kilo domatesi  bile almadan önce  üç tezgah gezen ben, koca piyanoyu bir lahzada  alıp, piyanonun bir kaç gün içinde teslim edileceği bilgisiyle  senete, sepete imzayı atıvermiştim.
Dışarı çıkarken aklımda , ben ne yaptım, doğru muydu  şimdi bu, soruları olmasına rağmen yüzümde hakim olamadığım bir tebessüm vardı. Sanki piyano almamışım da  önemli bir resital vermiş olarak salonu terk etmekteydim.
Sonrasında  piyano hocası bulmak için yapılan araştırmalar  ve Bulgar göçmeni  piyano hocam...
By G.D.
Kendisine piyano alma hikayemi anlattığımda hayretler içinde yüzüme bakarak    “Allahtan satıcı işini bilen, dürüst  birisiymiş de sana  bu fiyata iyi bir piyano vermiş.”  dedi.   Yoksa piyanonun ağacı önemlidir, piyanonun tuşlarının ses çıkarmasına yarayan mekanizmanın malzemesi önemlidir, sesi önemlidir, sesin derinliği önemlidir gibi bir sürü şey saydı. Bir de bazı piyanolar akort tutmazmış ama Allahtan bunda o sorun da yokmuş. Şanslıymışım.
Bunları duydukça suratımın aldığı şekilleri varın siz düşünün. 
Sonra derslere başlandı.  
Bir süre sonra ben Türk Sanat Müziğinden şarkılar çalmak istediğimi  söyledim.  Fakat sorunumuz vardı. Bulgar göçmeni olan hocam bu  şarkıları bilmiyordu.

Sistem şöyle işlemeye başladı:  Ben şarkıyı  kendisine CD den dinletiyorum.  Sonra sağ elimle  melodiyi kulaktan çalıyorum.
- “Notalar doğru mu ? “
- “Doğru”  yanıtını aldıktan sonra  notalar akorlarıyla birlikte  nota  defterine yazılıyor. Sonra birlikte çalmaya/çalışmaya  başlıyoruz. 
Sol elimle çaldığım akor kısmını  ezberleyince ben nota defterini bir kenara atıp şarkıyı repertuarıma ekliyorum.
By G.D.
Bir süre sonra, nota okumaya niyetim olmayıp ezberden gitmeye kararlı olduğumu anlayan piyano hocam   çalışacağımız parçaların notalarını nota olarak değil de harflerle (!) yazmaya başladı nota defterine.   
Böylece bir piyano değil ama bir piyano   hocası nasıl bozulurun  pratiği yapılırken  benim repertuarda oldukça zenginleşmişti.

Sonra  piyano hocam  ülkesine döndü,  şanssızlık bu ya benim harflerle notaları yazmış olduğumuz defterim de kayboldu .  İşte o zaman nota okumak üzerine çalışmamış olmanın vehameti ile yüzleştim.
Bu korkuyla  3-4 sene  ara verdim.  Sonra başka bir öğretmenle çalışmaya başlayıp bu hikayeyi ona da anlattım ve “Lütfen bana nota okumayı öğretin.” dedim.  O da öyle yaptı.
Sonra yine ara vermeler, vakit ayıramamalar derken  bu sene Nisan ayında yeniden ders almaya başladım. Bir  direğin  üstüne çıktıktan sonra kendine hakim olamayarak kayıp taaa direğin dibine kadar  düşen bir sirk cambazı  gibi  hissediyordum kendimi.
Yine hiç bir şey hatırlamıyordum . Yine sıfırdan başlamalıydım.  Her şey boşa gitmişti.
Oysa hiç öyle olmadı.   Bıraktığım noktaya düşündüğümden çok daha çabuk geldim.  
Bu da beni hem mutlu etti hem heyecanımı artırdı.

By G.D.
Şimdi her hafta  müthiş bir istekle dersime gidiyorum.Gittiğim yer Galatasaray’da. Şişhane Metrosundan çıkıp  İtalyan Kültür ve  Pera Müzesi’nin önünden geçip Odakule’den  İstiklal’e çıkıyorum.    

Pera Müzesi'nin önünden her geçişimde de kafesindeki piyanoyu düşünüyorum bir gün bir tuşuna basmam için izin verirler mi acaba ? :)   

İçerideki piyanonun hikayesi çok  farklı.

By PERA MUZESI
Kafenin ortasında duran etrafı çevrili piyano Maria Callas’a ait. Piyanoyu Maria Callas’a babası almış. 
1939 yılında baba kız piyano ile birlikte bir yolcu vapurunda okyanusu geçerek Pire Limanı’na gelirler.Oradan da Atina’ya. 
2.Dünya savaşı bitiminde babasıyla birlikte New York’a dönecek olan Maria Callas piyanosunu taşımak istemez ve onu piyano hocası Elvira de Hidalgo’ya, vefa borcu olarak armağan eder.
Elvira de Hidalgo Atatürk’ün Ankara’da kurmuş olduğu konservatuara şan hocası olarak davet edildiğinde piyano Atina’dan Pire Limanı’na, Pire Limanı’ndan Karaköy Rıhtımı’na oradan Haydarpaşa’ya sonra da trenle Ankara’ya taşınır. Bir süre sonra Elvira ağır bir hastalığa yakalanır ve piyanoyu Avukat Mordo Dinar’a hediye eder. Bu kez de piyano Mordo Dinar’ın İstanbul’daki evi için aynı yolla Haydarpaşa Limanı’na geri getirilir.  Mordo Dinar 2002 yılında öldüğünde İspanya ‘da yaşayan kızı , bu piyanodan esinlenerek , Piyano adlı kitabını  yazan Yiğit Okur’a gönderdiği mektupta  “Piyano, romanınız oldu. O’na sahip çıkın “ der. Yiğit Okur da haberi İnan Kıraç’a iletir.  
Piyanoyu satın almak isteyen  İnan Kıraç değerini öğrenmek istediğinde Mordo Dinar’ın kızı kendisine “ İstanbul’a gelişlerimden birinde beni Boğaz’ın salaş meyhanelerinden birine götürün. Bir kadeh rakı, bir taze lüfer piyanonun bedelidir. Yeter ki kaybolmasın, değerini bilen birinde kalsın” der.  Ancak, İnan Kıraç bedelini ödeyerek  piyanoyu satın alıp vakıfa bağışlar.
Piyanonun üstünde duran kitap da  Yiğit Okur’un  “Piyano” kitabının ilk nüshası.

Kafeye her gittiğimde etrafını tavaf ettiğim bu piyanoyla şimdilerde her hafta dışarıdan selamlaşarak  dersime gidiyorum.

Her piyanonun bir hikayesi var işte :)

Sevgiyle ve hep sanatla kalın.
G.D.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Kütüphaneler - Çocukluğum, Gezi, Valdes...

Hafızamdaki  ilk kütüphaneler , açık yeşil ve ahşap rengi iki kütüphane.  Açık yeşil olan diğerine göre daha kısa, ahşap renkli olansa diğerine göre  daha eski. 
Havuz problemi gibi oldu ama, anlayacağınız ikisi de çocukluğumun kütüphaneleri :)

Çocuk  kitaplarına ve çocuk boyuna daha uygun olan  ağabeyimlerle paylaştığım “bizim” odamızda, babamın kütüphanesiyse “onların” odasında dururdu.

By G.D.

Babamın mesleğinden dolayı o kadar çok yere tayin edildik,  o kadar çok taşındık ki bu kütüphanelerden eski olan bu taşınmalara  fazla dayanamadı ve bir yerden sonra kırıldı, gitti.  Babam da hemen, kendisinin tasarladığı, metalden rafları ve rafları tutan yuvarlak metal boruları olan  ama taşınma esnasında tamamen birbirinden ayrılabilen portatif bir kütüphane yaptırdı kendisine.  Senelerce de o kütüphane onların yatak odasında yer aldı. Şimdi de ağabeyimin evini süslüyor...

Belki de, o zamanlar, evler sobalı olduğu için sobaların olduğu odalardan birine konulurdu kitaplıklar.  Salona yerleştirilmiş  güzel bir kütüphane hiç de alışageldiğimiz bir şey değildi o günlerde.
O nedenle bir kuralmışçasına bilinç altıma işlemiş olmalı ki evlendiğimde kaloriferli bir eve taşınmamıza rağmen kütüphaneyi salona kurup kurmama konusunda sıkı bir tartışma yaşanmıştı evde.   
 “ Salonda da  kütüphane mi olurmuş canım,  arkadaki oturma odasıdır onun yeri “  savını cansiperane savunduğumu çok iyi hatırlıyorum.
Ne saçma, ne kalıp bir düşünceymiş meğerse.
Şu  andaki fikrimse  kütüphanenin salonda ve en geniş duvarda yer alması yönünde.  Hatta  salon yetmez  her odada  evin  her yerinde küçüklü büyüklü kütüphaneler olmalı. 

Kitaplarımın ilk sayfasına da alındığı yeri  ve tarihini  not ederim.  
Hangi sene alıp okumuşum  ve  nereden almışım ?
İlk sayfanın sağ üst köşesinde yazan tarihe ve not aldığım şehir ya da mekana tekrar baktığımda yeniden hatırlarım o günde yaşananları. 

31 Mayıs , 11 Haziran 2013  gibi tarihleri nasıl bir kenara yazıp,   nasıl hiç unutmayacaksak.
Son zamanlarda ülkenin içinden geçmekte olduğu olağanüstü durumda zihnimize bir sürü şey  kazıldı.  Yaşananlar, ortaya çıkan ortak bilinç, her gruptan  farklı insanın, gençlerin 
Gezi Parkı’nda birlikte barış içinde yaşamaları  ve  Gezi Parkı’nın efsaneleşmesi.
Gezi  Parkı’na giden yiyecek , içecek, ilaç desteği , onların ücretsiz bir şekilde  paylaşılmak üzere bir duvara sıralanmaları daha sonra da revirde  ya da bazı masalarda  isteyenlere dağıtılmaları.  Destekçi gönüllüler, çalışan gönüllüler  herkes bir arada. 

Sonra bütün bunların ardından gelen  kütüphane kuracağız kitap desteği istiyoruz çağrısı.
Dünyanın  ilk gönüllüler tarafından oluşturulmuş park  kütüphanesi olsa gerek, Gezi Parkı Kütüphanesi. 
Keşke hep orada kalabilseydi. Keşke,  parkın başka köşelerine de yayılabilseydi.  Parkın içinde, burası salon, burası arka oda  gibi bir sıkıntı da yaşanmazdı nasılsa...
Çok ütopik gibi gözükse de bakarsınız  bir gün olur.
Son zamanlarda yaşadığımız her şey olumlusuyla, olumsuzuyla aklımıza gelir miydi ?  Yok artık olur mu böyle şey,  olur mu bu kadarı dediğimiz bir çok şey yaşamadık mı ?  Parkta da kütüphane mi olurmuş ?  Bakarsınız olur, olmadı mı ki?
Biraz bencilce olacak belki ama oradan bir kitap alıp ilk sayfasının sağ üst köşesine  
Haziran 2013 - Gezi Parkı / İstanbul,  yazmış olmayı çok isterdim.

Şimdi sizi yine içinden bir kitap çekip üzerine not düşemeyeceğim başka bir kütüphaneye götürmek  istiyorum.   
Pera Müzesi 21  Temmuz’a kadar muhteşem bir sergiye ev sahipliği yapıyor; çok etkileyici tablolar, mermer ve ahşaptan heykeller var.
İzlenmezse gerçekten kayıp olduğunu düşündüğüm bu serginin tamamı çok etkileyici olmakla birlikte beni en çok etkileyen bir duvar büyüklüğünde,  ahşaptan çalışılmış "Kitaplık" adlı eser.  
Raflarına baktığınız zaman o kadar doğal ki,  aynen evlerimizdeki kütüphanelerde yaptığımız gibi bazı kitapları dikey duranların üzerine yatay  koymuş sanatçı,  sıkıştırıvermiş yani oraya. 
İnsanın içinden, eline alıp sayfalarını aralayıvermek  geliyor .

Sonra gerçeğe dönüp bunların hepsinin birer ahşap parçasından oluştuğunu düşündüğünde de ayrı bir hayret, ayrı bir heyecan duyuyor insan . Nasıl çalışılmış bunca kitap,  nasıl düşünmüş ya da aslında içinden geliverdiği gibi nasıl yerleştirivermiş  kitaplığını sanatçı,  Manolo Valdes. 
https://www.youtube.com/watch?v=vruwVDjU17A

By G.D.

Öyle bir kütüphane ki kitaplarını  elime alıp okuyamadım, sayfalarını çeviremedim , yazarları kim bilemedim ama  hepsine  tek tek bakarken çocukluğuma babamın ahşap  kütüphanesine gidip  hayale daldım .
  “Bunlar babamın Varlık Yayınları olmalı,  yanındakiler de eski Hayat dergileri mi acaba ? “

“Peki,   yer olmadığı için kitaplarla raf arasına sıkıştırılmış olanlar?  Onlar da babamın resmi gazeteleri olsa gerek.  “  Niye saklardı bilmem ama saklardı işte. Sıkıştırılıvermişler oraya.
İçindeki kitapları  okuyamayacak, karşısında sadece hayal kurabilecek olsam bile bu kütüphane  salonumun duvarında olsa ne güzel olurdu.

Şiddetle tavsiye ederim görmenizi diye cümleme başladım ama “şiddet”  kelimesi irkilmeme neden oldu. Vazgeçtim; bu cümleyi yok sayın. 

 Şiddetle tavsiye etmiyorum ama mutlaka görün diyorum.

Sevgiyle ve hep sanatla kalın. 
G.D.  

16 Mayıs 2013 Perşembe

" Sessizlik "

Üniversite yıllarımda, bir yaz tatilinde, annemle  baba tarafımın yaşadığı Safranbolu'ya gitmiştik.  Amcam, dedemin öğretmenlik yaptığı, babamın da çocukluğunun geçtiği köyü, sonrasında da dedemin oda oda bölüştürerek tüm torunlarına miras bıraktığı evi görmemiz için bizi köye götürdü.
Akşam yemek sonrası konuşurken amcam “İçerideki dolapta babanın kitapları var, istersen onları al götür” dedi. Otobüsle gittiğimiz bu seyahatte onları taşımamız pek mümkün gözükmediği için “burada dursunlar sonra gelip alırım” demiştim. Sonra da üniversite bitti, iş hayatına geçildi, evlenildi, çocuk sahibi olundu derken biz senelerce köye gitmedik. Bundan 8-9 yıl önce babamın kitapları aklıma düştü. Onları gidip köyden alıp gelmeliydim. Ama,  hani aramanız gereken insanları uzun süre aramayıp arayı açarsınız sonra da isteseniz bile utancınızdan ve gelecek sitemlerden çekinip hiç arayamazsınız ya o duyguyla günlerce boğuştum.
Amcamı yıllarca aramamışım, bağları koparmışım ve şimdi de arayıp "babamın kitapları " diyeceğim,  olacak iş mi ? Bir de “ Ohoooo , kaç sene oldu gelip almadın,  ben de verdim o kitapları” derse korkusu eklenince, elim telefona gitti gitti durdu.

Sonuçta bir gün korkunun ecele faydası yok diyip telefona sarılıp köydeki amcamı aradım.
Yengem çıktı telefona. Haklı olarak “Ben Gülay “ tanıtımı yetmedi kadıncağıza, “ Kiimmm ??? “ diye bir ses yankılandı ahizeden. “Ben dedim Gülay. İstanbul’dan arıyorum . Yusuf’un kızı. “
Karşıdan soğuk, gayet durgun bir “Haa.. “ gibisinden yanıt beklerken , aldığım sıcacık ve heyecanlı “ Ne yapıyorsun sen ? Nasılsın ? Annen, kardeşlerin nasıl? “ soruları ve sanki, yeniden ortadan kaybolmamı engellemek istercesine “Dur dur ben amcanı vereyim “ le devam eden konuşma beni nasıl  rahatlattı anlatamam.

Ne kadar insan insandılar. Ne kadar yürekleri açıktı.  Hiç bir sitem, hiç bir kinayenin olmadığı, bıraktığınız yerden, bıraktığınız samimiyetle sizi kucaklayan sıcacık bir karşılama.
Telefonu amcam aldığında bu sıcaklıktan eksilen hiç bir şey olmadı, hatta çoğaldı diyebilirim. Onlardan aldığım bu sıcaklıkla “ Amca ben köye gelmek istiyorum  babamın kitaplarını almaya, hala duruyorlar mı dolapta ?” dedim.    “Duruyorlar tabii dedi ne zaman geleceksin ? “

Ne kadar açtı bizi görmeye. “ Gel gel tabii “ gibi geniş bir davet yerine doğrudan ne zaman geleceksin diye soruvermişti , bekleme gününü aklına yazabilmek için. Tamam dedim en kısa zamanda geleceğiz. Ağabeyimler, ben ve oğlum.

Bu konuşmadan sonra bir kaç hafta içinde toparlandık ve Safranbolu’nun yolunu tuttuk. Yıllardır görmediğimiz kuzenler, kuzen çocukları, aileye eklenmiş yeni gelinler, damatlar hep beraber bir kaç gün geçirdik.
Bir sabah da kalkıp köye gittik.  Ben ve ağabeyimler çocukluğumuzdan köy hayatına , köy evine, köy yollarına, yer sofralarına, yer yataklarına alışığız ama yanımızda öyle bir genç jenerasyon temsilcisi vardı ki bunlardan bi haber. O zamanlar 12-13 yaşında olan oğlum Derin.


Köydeki evin girişinde ilk katta amcamın hayvanlarını gördüğünde ilk şok orada yaşandı. Bunlar kedi değil, köpek değil hele Derin’e çocukluğunda aldığımız kaplumbağalar yanında evcillikle hiç alakaları yok ama insanlarla aynı çatı altındalar.

Sonrasında sabah çayları içildi ve köyde dolaşmaya çıktık. Amcam bize köydeki bağları göstermek istiyordu. Tek başına tüm bağlara bakamıyordu “artık buralara yetişemiyorum” diyerek yukarı bağları gösterdikten sonra kendi eserini göstermek için bizi alt bağa götürdü. Orayı kendisi ekip üzümlerini yetiştiriyordu.  
Sonra hadi siz kendiniz gezinin ben biraz ineklere bakayım diyip gitti. Biz bağın içinden biraz daha aşağıya inip kayaların üzerine oturup karşıdaki dağları, yamaçları seyretmeye başladık.
Dördümüz de sözleşmişçesine birbirimizle konuşmayıp dalıp gittik, gözümüze hiçbir sınır koymayan muhteşem doğaya bakarak.
Hafiften de bir rüzgar esiyordu ama açık havada olmasına rağmen çıt çıkmıyordu. Çook nadir arada köyün sarı kızlarından birinin boynundaki çan sesi uzaktan geliyordu kulağımıza, o kadar. Bu sessizliği bozmayı hiç birimiz istemedik ki uzun süre orada öyle kaldık.

Sonra eve döndük. Öğlen yemeği hazırlandı. Yemekler, yufkalar her şey siniye konuldu ve yer sofrası kuruldu. Hepimiz etrafına oturduk oturmasına da aramızda ki genç jenerasyon temsilcisi 1-2 dakika sonra kıpırdanmaya başladı haklı olarak; bir türlü bacaklarını nasıl toparlayacağını, nasıl yerleştireceğini bilemeden. Bu sıkıntıyı çok gün yüzüne çıkarmak istemediği için de kibarca “ ben doydum kalkabilir miyim” diyerek bence aç olarak kalktı sofradan.

 Akşamüstü amcamlarla vedalaşıp, babamın kitapları ve kitapların arasında bulduğum , dedemin, babam Kastamonu lisesinde yatılı okurken ona yazdığı 1943 tarihli bir mektupla birlikte yola koyulup Safranbolu’ya kuzenlerin yanına geri döndük.
Galiba üçümüzün de en çok merak ettiği Derin’in köy hakkındaki düşünceleri , en çok neden etkilendiğiydi.
"Nasıl buldun? Beğendin mi?" sorularından sonra "Peki en çok neden etkilendin?" dediğimizde verdiği yanıt 12-13 yaşındaki bir çocuk için bence en etkileyici yanıttı. 
 “SESSİZLİK” dedi.
İstanbul’un gürültülü keşmekeşinde doğup büyümüş bir çocuk için o ana kadar hiç karşılaşmadığı sessizlik...
O zaman ben de evet orada gerçekten“sessizliğin sesi “ vardı diye düşündüm.

Geçenlerde Pera Müzesindeki film etkinlikleri ile ilgili “Antonioni, Sessizliğin Gürültüsü 

27 Nisan – 25 Mayıs” başlıklı elektronik posta geldiğinde "Sessizliğin Gürültüsü" bana yukarıdaki hikayeyi hatırlattı. http://www.peramuzesi.org.tr/images/2013/04/pera-film/AntonioniBro_edit.pdf

Sessizliğin sesini İstanbul’da duymak zor. Ama müzelerin sessizliği ve bu sessiz ortamda baktığınız tabloların içinde kaybolup gitmek belki size biraz soluk aldırır.

18-24 Mayıs Müzeler Haftası.
Müzeler bu haftaya yönelik özel etkinlikler yapıyor.
Pera Müzesi 18 mayıs Cumartesi gecesi  19:00-24 saatleri arasında , 21 Mayıs Salı günü ise gündüz saatlerinde ziyaretçilere açık ve ücretsiz.  https://www.facebook.com/events/258152727664305/

Bugünleri kaçırırsanız da 21 Temmuz'a kadar sürecek olan Manola Valdes sergisini gezmenizi  özellikle tavsiye ederim.  Biraz fazla zaman ayırıp  sergi katındaki 1-1.5 saatlik filmi izledikten sonra gezerseniz de eminim bir kez daha gidip iyice içinize sindirmek isteyeceksiniz.

Sakıp Sabancı Müzesi de 21 Mayıs Salı günü 10:00 – 22.00 saatleri arasında tüm ziyaretçilere ücretsiz giriş imkanı sunuyor.
http://muze.sabanciuniv.edu/sayfa/ucretsiz-muze-gunu

İstanbul Modern'i de 18 Mayıs Cumartesi saat 22:00  ye kadar ücretsiz gezebilirsiniz.
http://www.istanbulmodern.org

Benden söylemesi, seçim sizin. 

Sevgiyle ve hep sanatla kalın. 
G.D.