28 Nisan 2016 Perşembe

14 Nisan 2016 sabahı Vancouver'da böyle başladı...

İlkokul 3, babamın mesleği yine  beni almış Türkiye'nin hoş bir ilçesine atmış; Fethiye.
İlçenin kaymakamı için ayrılmış lojman 1. Karagöz'ler diye adlandırılan, 1957 de yaşanan
büyük  deprem sonrası yapılan deprem evlerinden biri; iki katlı. 

Sokak kapısı doğrudan bir oturma odasına giriyor. Mutfak ve misafir odası
 alt katta yatak odalarıysa üst katta, önünde küçük ama arka tarafta büyük  bahçesi olan bir ev.
Babam her zamanki gibi arka ve yan bahçeyi sebzeler için, ön bahçeyiyse çiçeklere ayırmış.
Ön bahçede akşam üstü, iş dönüşü, votka limonunu içerken gün batımını seyretmek en büyük zevki. O da onun meditasyonuymuş. O zaman meditasyon falan bilmiyoruz ama onun için öyleymiş meğerse. Bahçenin yan tarafında yer alan mısır ve baklaları  toplamak benim işim, arka bahçenin sebzeleri ise annemin işi..

Ön bahçede bir Limon ağacı var. Babam "Bu senin buna sen bakacaksın"  diye belki de  hayatımdaki ilk büyük sorumluluğu vermiş bana. Sulanacak, çapalanacak,  limonlar toplanacak...
Hayır, bir işi verdimiydi de ciddi ciddi gözünüzün içine bakardı; ne oldu limonlara diye!!!           O güveni nasıl yok edebilir ki insan... Mecbur bakılacak o limonlara.
Bir de evin ön cephesindeki balkonlarından hemen hemen her gün izlediğimiz  Yunus balıkları.. Günün hangi saati olduğu fark etmez bir bakarsınız onlar oynamaya başlamışlar denizde...  


Ne evin önünden ne de gittiğim Yunus Nadi İlkokulu'nun bahçesinden denize girerken (çocukluğun güzelliğine bakar mısınız ? ) hiç korkmadım onlardan. 

Yüzerken burun buruna gelir miyim, gelirsem ne yaparım  diye hiç sormadan attım kendimi denize.     
Sonra ne olduysa ben denizin içinde yaşayanlardan ürkmeye başladım. Yüzmeyi çok severim ama ben yüzerken denizin altında kimler dolaşıyor hiç bilmek istemem.. O nedenle de ne İstanbul'daki ne de dünyanın başka bir yerindeki akvaryum tarzı yerler hiç ilgimi çekmez. Ya sonra çok korkar ve denize girmek istemezsem ???!!!
O nedenle gitmem de görmem de... Ben sadece yüzerim..
İşte böyle korkak ve ödlek bir durumdayken birden kendimi ciddi bir para ödeyerek Whale Watch turunda buldum...
Sabah 9:30 da özel bir otobüs biz katılımcıları şehrin ( Vancouver) çeşitli yerlerinden topladı ve Steveston Village
adlı bölgeye götürdü. Götürürken yolda bizlere  bir form doldurtup imzalamamızı istediler.

" Ben Gülay Doğan bu gezinin tehlikeli olduğunu biliyorum. Bu gezide ölebilirim, yaralanabilirim ancak bu geziye katılmanın tüm sorumluluğu bana ait.. Ölsem de yaralansam da tüm okuduklarımı anladım ve kabul ettim... imza:  Gülay Doğan " 

Rezervasyon yapmışım ama para henüz hesabımdan çekilmemiş... Vazgeçsem mi???

Bir yandan çocukluğumda beni hiç korkutmadan birlikte yüzmeyi göze aldığım yunuslar öte yandan sonradan nasıl oluştuğunu bilemediğim korkularım..

Otobüste İsveç, Avustralya, Taylan, San Francisco olmak üzere çeşitli ülkelerden farklı insanlarla beraberim ve yiğitliğe ben vazgeçtim demeyi yediremiyorum. Ayrıca, istemiyorum ki  vazgeçmeyi.. Gerçekten onlarla yeniden buluşmayı istiyorum. Çocukluğumda hemen hemen her gün odamın balkonundan gördüğüm o balıkların denizin içindeki oyunlarını özlemişim meğerse ben...

Yoksa ben çocukluğumu mu özledim dersiniz? Her neyse ne. Ben bu işi tamamlamak istiyorum.
Tamam, ölsem de yaralansam da sorumluluk benim! 


İşte 14 Nisan 2016 sabahı Vancouver'da böyle başladı...    


Bota bindik ve açıldık denize. Önce Stellar ve California türü Sea Lions'ları gördük.
Kum torbası gibi kayalıkların üzerinde sonra da birbirlerinin üzerinde horlamaya benzer sesler çıkararak öööyle yatıyorlar. 

Sonra biraz daha gittik ve bot durdu.  Sonra da bana çocukluğumu hatırlatan dostlar kendilerini göstermeye başladılar. 

Yüzdüler, zıpladılar, su fışkırttılar..

Sevinç içinde, hiç korkmadan, bu denizin altında neler oluyor demeden, keşke daha çok kendilerini gösterseler diye diye izledim onları. 
Kendi aralarında Resident ve Transient' lar olarak ikiye ayrılıyorlarmış. Resident deyince bütün sene hep buradalar, bu denizdeler, başka bir yere gitmiyorlar zannettim ama rehbere sorunca anladım ki işin aslı  öyle değil. Resident'lar da başka denizlere gidip sonra buraya dönüyorlarmış ama hep aynı rotayı izliyorlarmış. O nedenle adları resident. Transient olanlarsa kah orada kah burada başlarını dışarı çıkarıp buradayız derlermiş.





Resident'ı  Transient'i hepsi bizi karşıladı bugün. Hiç korkmadım,  sizlerden hiç ürkmedim.  Hava müsait olsa, sanki,  denize bile girerdim sizlerle... Belki eski arkadaşlıklar böyle bir şey işte. Birbirinizi senelerce görmezsiniz ama çocukluğun verdiği güvenle olduğu yerden başlarsınız..

Ben hep " Sevgiyle ve Sanatla Kalın " derim ya bu yazılık 
 "Sevgiyle ve Geçmişteki Güzelliklere  Bağlı Kalın "

G.D.







16 Nisan 2016 Cumartesi

Kıbrıs' tan Bir Dost Selamı Var...

4 Temmuz 2013  tarihinde bloğumda
(http://bygulaydogan.blogspot.com.tr/2013/07/kutuphaneler-cocuklugum-gezi-valdes.html)
 yayınladığım yazımdan kısa bir süre sonra bir e-mail aldım.   
Daha sonra kendisiyle tanışma fırsatını bulacağım sevgili Mesut Günsev Kıbrıs'tan yazıyordu. Facebookta ortak bir arkadaşımız olduğu için arkadaşımın paylaşımı sonucu yazımı facebookta okumuş ve benimle duygularını paylaşmıştı.  Yazımı yayınladığım o günlerde Mesut Bey ve eşi yeni evlerine taşınmak üzereydiler  ve Mesut Bey'in kitapları yeni eve gitsin mi yoksa bir kütüphaneye mi bağışlansın konusu gündemdeydi. Aslında kendisi kitaplarının hepsini yeni eve götürmek istiyordu ama etrafındakilerin ona söyledikleri nedeniyle kafası karışmıştı.
İşte tam bu  kafa karışıklığının içinde bir yazı  “Kütüphaneler – Çocukluğum - Gezi - Valdes”   Mesut Bey’in imdadına yetişmiş ve ona “ Kitaplarımın hepsi benimle beraber yeni eve gidecekti. “  dedirtmişti.  
İşte hem bu duygularını benimle paylaşmak  hem de yazımdan kendi yazılarının yayınlandığı dergide ve hatta yaptığı haftalık televizyon programında bahsedebilir mi diye nazikçe sormak için  bana e- mail göndermişti.
Henüz tanımadığım ama benimle aynı duyguları paylaşan bu nazik beyefendiye  hayır demem mümkün müydü?
 “ Ne yapacağım kitapları ? Çoğunu ikinci kez okumadım bile.  Atatürk’e ait 3 binden fazla yazılmış eser...  Bunları bir yere ver, bağışla, at kurtul, kitap öldü kardeşim, artık bilgisayar var, devir tablet devri, tıkla oku…   bu ve buna benzer sözler kulaklarımda yankılanıyor. Tam bu sırada gözüm önümdeki bilgisayara ilişiyor. Bir gönderi “Kütüphaneler – Çocukluğum, Gezi, Valdes” başlıklı Gülay Doğan imzalı yazı.”  
Daha sonra Kıbrıs'a gidip kendisiyle tanıştığım zaman,  yazımı okurlarıyla paylaştığı,  bir kopyasını da bana verdiği,   dergideki yazısında böyle yazmış  ve benimle aynı duyguları paylaştığını gösteren şu cümleleri de eklemişti.
“ Bunları sanki ben yaşamışım gibi. Sonra rafların arasında bana göz kırpan iki mavi soluk bez cilt göz kırpıyor bana. ‘Çocuk Haftası' Her hafta sabırsızlıkla beklediğim 75 kuruşa Yeldeğirmeni’ndeki tütüncü amcadan satın aldığım dergiler. 1958’li yıllar. İlk iki cildi..  Aslında demir yolcu olan ama hat sanatı ile de uğraşan, cilt yapan “Hafız Bey Amca” bana ciltlemişti. Tüm yaşamım boyunca benimle gelen ciltler.
İşte sevgili Gülay Doğan’ın yazısı, Hafiz Bey Amca’nın ciltleri benim kararımı kolaylaştırdı.
Kitaplarımın hepsi benimle beraber yeni eve gidecekti.  “


Sonra yazılarımı kendisiyle hep paylaştım, fikrini aldım. Hatta bir keresinde bir New York seyahatimde, O da kendi yazdığı bir yazıyı yayınlamadan önce benimle paylaşıp fikrimi sormuştu da kendimi ne kadar önemli ve ne kadar mutlu hissetmiştim, o küçük NY otel odasında.
Yazı yazmak benim için çok önemli, bir o kadar da can suyu gibi. Uçakta yazarım, kafede otururken yazarım, bir konseri ya da operayı izlerken daha izleme anında kafamda yazarım... Aslında bana hadi yaz yeniden diyen bir çok arkadaşım var.  Ama ne olduysa oldu duruldum. Üzerimden bu durgunluğu atmak istediğim bazı anlarda ise yazdım ama yazdıklarımı yayınlayacak kadar beğenmedim.

Peki bu akşam ne oldu da böyle kağıda kaleme ( klavye ve ekrana demek daha doğru sanırım ) sarıldın derseniz çok fazla kullanmasam da facebook ve Mesut Bey diyeceğim.  
Facebook'a bakarken Mesut Bey'in doğum günü olduğunu gördüm ve kutladım. O da hemen " sağ var ol Gülay..yazılarını çok özledim..nerede yayınlanıyor.." diye  sormaz mı ? 

"Maalesef hiçbir yerde.. bir şekilde duruldum yeniden başlayamıyorum. Umarım yeniden açılır ve yazmaya başlarım Mesut Bey.." dedim hemen.
Ve sonra öyle bir yanıt geldi ki kaleme, kağıda daha doğrusu klavyenin tuşlarına değmemek olmazdı artık saat 00:47 yi gösterse de.
"olmaaaz.. lütfen yeniden başla..ilk yazını da bana gönder yayınlayayım..o akide şekeri tadındaki-tarçınlı-yazılarını bekliyorum..ne güzeldi kitaplar hakkındaki...selam olsun " diyordu. İnsanın kendisini böyle yüreklendiren dostlarının olması ne güzel.  
İstiridye kabuğunun içindeki inci tanesi gibi kapalı, sizden uzakta durduklarını sanıyorsunuz ama sonra kabuğunu açıp öyle bir parlaklık ve değerle size bir şey yansıtıyorlar ki hem ilham kaynağı oluyorlar hem de ekran başında kendi kendinize gülümseyerek içinizi döküvermenize ...
Bizi birleştiren, aynı heyecanı ve duyguları paylaştıran kitap ve sanatsa ki öyle; sevgiyle ve sanatla kalın diyorum uzun bir aradan sonra.
G.D.