28 Eylül 2014 Pazar
" Vazgeçebilmek..."
Lise yıllarımı 14 kişilik yatakhanelerde geçirdim. Yedi ranzadan ibaret büyük, uzun bir oda. İçinde bazılarımızın dolapları da vardı; içeriye sığmayan diğer dolaplarsa koridorda yer alırdı.
Dolap dediğim de ince, uzun, daracık metalden tek kapılı dolaplar işte.
Hayatınız okulun bahçesi, okulun binaları ve evinizdeki odanız yerine
geçen yatakhanenizde geçer. Ben pazar akşamı bazen de pazartesi
sabahı okula döner, cuma akşamı da evime giderdim.
Sonrasında da üniversite hayatı için ver elini Ankara. Yurt odasında sadece iki ranza görünce burası bana pek geniş gelmişti. Hatta o kadar genişti ki içinde dolaplarla birlikte iki masa ve 4 sandalye bile vardı.
Yatılı okulda pek hissetmedim ama (belki de hafta sonlarını kendi evimde geçirmiş olmamdandır) yurt hayatında hayat paylaşım üzerine kuruludur. Memleketten dönenin eli kolu dolu gelir. Evden yapılmış reçeller, dolmalar, kekler, börekler... Koli koli odadan içeriye sahibiyle birlikte girer. Biraz hoş beş sohbetten, özlemler giderildikten sonra da " Eee neler var kolide ? " denilerek yurt idaresinden gizlice odaya sokulmuş elektrik ocağında çay yapılıp koliler teker teker açılır. Öyle ki 3-5 gün yemekhanenin yüzüne bakmazsınız.
Benim yiyecek paylaşımıyla bir derdim olmazdı da konu kıyafet paylaşımına gelince orada biraz dururdum.
Zira yurttaki kızlar pantolonlarına uygun bluzu, bluzuna uygun eteği kendi dolabında bulamadıysa hemen diğer dolaplara hatta kendi odasındaki dolaplarda bulamadıysa da kattaki diğer odaların dolaplarına kadar uzanıverirlerdi. " Ya hani senin şu sarı gömleğin var ya onu bugün bana verebilir misin ? Senin dar paçalı blue jean kaç beden bana olur mu acaba???? " gibi sorular aslında bu yaşamda çok normal sayılsa da benim için maalesef öyle olmadı. Kimseleri kırmadan ruhumun bu kadar paylaşımcılığı kabul edemediğini etrafıma anlattım.
Allahtan bunun bir prensip meselesi olduğunu arkadaşlarım anladılar da bu konuda sorunsuz yaşadık. Sözün kısası ben kıyafetime, ayakkabıma yani özünde eşyalarıma biraz bağlanıveririm.
Ev mi ?? Beni bir yerden başka bir yere taşımak çok ama çok zordur. Evimi sevdiysem ruhen öyle bir yerleşirimki oraya, kolaysa sök at.
Kitaplarımı başkalarından alıp okumaktansa kütüphanemde dursunlar benim olsunlar isterim...
Liste böyle uzayıp gidebilir.
Psikoloji Bilimi bunu, bağlılık, bağımlılık, tutarlılık, güvenilirlik, statükoculuk... başlıkları altında açıklar mı bilemem ama benim durumum bu.
Hal böyleyken geçen haftalarda Pera Müzesinde gittiğim "Duvarların Dili" Graffiti Sergisinde izlediğim bir video, gezdiğim bu serginin bugüne kadar gördüklerimden sadece sergilenişi, yapılışıyla değil de ruhuyla da ne kadar farklı olduğunu gösterdi bana.
Sanatçı videosunda icra etmekte olduğu sanatı neden çok sevdiğini ve neden bunu yapmak istediğini anlatırken " Ben birşeyleri arkamda bırakmayı çok severim, yaparım ve bırakır giderim. Mesela çocukluk resimlerim yoktur benim. Resimlerimi de duvarlara yapıp gidiyorum ve bu benim çok hoşuma gidiyor. " dediğinde çok şaşırdım. Ve ilk defa Graffiti sanatçılarının, eğer tuval üzerine de çalışmıyorlarsa, hiç bir şeyi saklayamadıklarını, sahiplenemediklerini ya da kendileri saklamasalar bile sanat severler aracılığıyla bir yerlerde yaşatamadıklarını fark ettim.Yapıyorlar ve arkalarını dönüp gidiyorlar.
Düşünsenize eser sizin ama umursamazca bırakıp dönüp gidiyorsunuz, vazgeçiyorsunuz ondan.
Kim ne zaman onu bozacak, üstüne birşeyler daha yazacak ya da çizecek ?
Kim tamamen boyayıp yok edecek?
Kim ne zaman o duvarı yıkıp resminizi paramparça edecek?
Hiç umurunuzda değil. Artık o herkesin.
Bu yaklaşımın birden kendi ruhumla ne kadar ters oluğunu düşündüğümde gerçekten sarsıldım.
Pera müzesinde Graffiti sanatçılarının eserleri müzenin duvarlarında. Almışlar ellerine fırçalarını, boyalarını sanatlarını duvarlara yansıtmışlar.
Sergi 5 Ekim'de bitiyor.
Gidin görün derim, zira sonra , sonrası yok işte. Bir sonraki sergi için duvarlar düz bir renge boyanacak, ortalık temizlenecek.
Daha sonra müzeyi her ziyaretimde aslında bu duvarda bu boyanın arkasında şu sanatçının şu graffiti çalışması vardı diye onu beynimde de olsa o duvara çakıp hiç çıkarmayacak mıyım yoksa unutup gidecek miyim ben de bilmiyorum.
Zaman gösterecek....
Sevgiyle ve Sanatla kalın,
G.D.
8 Temmuz 2014 Salı
" El Emeği Göz Nuru "
Geçenlerde eserlerini çok beğendiğim, üstelik adaşım olan bir sanatçıyla tanıştım; sohbet ettim.
Aylar öncesinden sergisinin Beyoğlu Mısır apartımanında olacağını, 28 Haziranda da biteceğini okumuştum.
Son gün koşarak gittim. Tesadüf o ki orada kendisiyle karşılaştım. Yine çok beğendim yaptıklarını.
Keşke daha önce gidip sizlere de haydi kaçırmayın deseymişim.
Ama önemli değil nasılsa yine karşımıza çıkar bir yerlerde.
Siz sadece ismini not edin bir kenara :
Gülay Semercioğlu
İlk defa geçen sene Uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'da görmüştüm eserlerini. Malzeme olarak ince renkli tel kullanıyor. Küçük vidalar da kullanarak bu telleri çerçevenin içinde örüyor adeta.
Kendisine nereden geldi bu teknik aklınıza dediğimde "Ben örgü örmeyi çok severim. Resim yanında heykele de meraklıyım, başka bir teknik arayışına girdiğimde ben örgü örmeliyim diye düşündüm sonrasında bu yapıtlar çıktı ortaya" dedi.
En son Honk Kong'da sergilenmekte olan eserini, telleri tığ ile işleyerek oluşturmuş.
"Tığla yapılan bir iş ne kadar büyük olabilir ki ? "diye sordum. Oldukça büyükmüş.
Günde 4-5 saat tığla örerek 8 ayda tamamlamış. Tavandan asılı olarak sarkıtılarak sergileniyormuş şimdi. Bir anlamda heykel yani...
Tığla örmekten bileği yorulduğunda burada resimlerini gördüğünüz eserler türünde çalışıyormuş. Bunları yaparken de ayakta durmaktan yorgun düşünce tekrar oturup eline tığını alıyormuş... Tek başına tıkır tıkır işleyen bir fabrika gibi yani, zaman kaybı yok....
Ben örgü örmeliyim dediğinde eline tığını alıp Perşembe Pazarına gitmiş uygun telleri bulmak için...
Bu örgünün gerçekleşmesini, geçişlerini, hatta üst üste geldiklerinde farklı ışık ve farklı efektte olmasını sağlayan vidalar da Perşembe Pazarından olmalı. Bazen o kadar ince tel ve işleyişle yapıyorum ki gözlük camları ve çerçevesi için kullanılan o çok küçücük vidaları kullanıyorum dedi.
Bütün eserlerinizi evimin duvarlarına asmak isterim ama ne param ne duvarım yeter diye dertlendim. Benim evimde de yer yok ben de kendi evimde asamıyorum diyince aslında çok samimice sormak istediğim soruya girip ''Eserleriniz boyut olarak genelde çok büyük. Bu kadar büyük eserleri kim alıyor, satılıp bitiyor mu gerçekten, yani siz sanatçıları besliyor mu bu iş ? '' deyiverdim.
Tabi ikimizin de hem fikir olduğu bir şey vardı . Beslenmek sadece maddi beslenmek değildi bir sanatçı için; eseri oluştururken duyduğu heyecan, haz, bitirdiğinde duyduğu doyum beslenmenin büyük bir parçasıydı ama lafla da peynir gemisi yürümüyordu günün sonunda...
"Koleksiyonerler sanatçıları izliyorlar ve sürekli ürettiklerinden yani kalıcı olduklarından emin olduktan sonra satın almaya başlıyorlar eserleri, kalıcı olmayacağınız izlenimine kapılırlarsa da satın almıyorlar" dedi.
Kalıcı olmak önemli ama kalıcı olacağınızı ispat edene kadar ayakta durmanız da bir o kadar önemli anladığım kadarıyla.
Zor zenaat...
Holdingler, koleksiyonerler, büyük oteller Gülay hanımın eserlerine ilgi gösteriyorlarmış. Hatta yeni açılacak Maçka oteli şu anda sergilenmekte olan eserlerden birini almış bile.
Bu sergiyi kaçırdınız ama merak edenleriniz otel açılınca başını lobiden içeriye bir uzatıversin.
Bugünün sergisi "Walking on the wire" idi. Sanatçısı da Gülay Semercioğlu...
Sevgiyle ve Sanatla kalın,
G.D.
Aylar öncesinden sergisinin Beyoğlu Mısır apartımanında olacağını, 28 Haziranda da biteceğini okumuştum.
Son gün koşarak gittim. Tesadüf o ki orada kendisiyle karşılaştım. Yine çok beğendim yaptıklarını.
Keşke daha önce gidip sizlere de haydi kaçırmayın deseymişim.
Ama önemli değil nasılsa yine karşımıza çıkar bir yerlerde.
Siz sadece ismini not edin bir kenara :
Gülay Semercioğlu
İlk defa geçen sene Uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'da görmüştüm eserlerini. Malzeme olarak ince renkli tel kullanıyor. Küçük vidalar da kullanarak bu telleri çerçevenin içinde örüyor adeta.
Kendisine nereden geldi bu teknik aklınıza dediğimde "Ben örgü örmeyi çok severim. Resim yanında heykele de meraklıyım, başka bir teknik arayışına girdiğimde ben örgü örmeliyim diye düşündüm sonrasında bu yapıtlar çıktı ortaya" dedi.
En son Honk Kong'da sergilenmekte olan eserini, telleri tığ ile işleyerek oluşturmuş.
"Tığla yapılan bir iş ne kadar büyük olabilir ki ? "diye sordum. Oldukça büyükmüş.
Günde 4-5 saat tığla örerek 8 ayda tamamlamış. Tavandan asılı olarak sarkıtılarak sergileniyormuş şimdi. Bir anlamda heykel yani...
Tığla örmekten bileği yorulduğunda burada resimlerini gördüğünüz eserler türünde çalışıyormuş. Bunları yaparken de ayakta durmaktan yorgun düşünce tekrar oturup eline tığını alıyormuş... Tek başına tıkır tıkır işleyen bir fabrika gibi yani, zaman kaybı yok....
Ben örgü örmeliyim dediğinde eline tığını alıp Perşembe Pazarına gitmiş uygun telleri bulmak için...
Bu örgünün gerçekleşmesini, geçişlerini, hatta üst üste geldiklerinde farklı ışık ve farklı efektte olmasını sağlayan vidalar da Perşembe Pazarından olmalı. Bazen o kadar ince tel ve işleyişle yapıyorum ki gözlük camları ve çerçevesi için kullanılan o çok küçücük vidaları kullanıyorum dedi.
Bütün eserlerinizi evimin duvarlarına asmak isterim ama ne param ne duvarım yeter diye dertlendim. Benim evimde de yer yok ben de kendi evimde asamıyorum diyince aslında çok samimice sormak istediğim soruya girip ''Eserleriniz boyut olarak genelde çok büyük. Bu kadar büyük eserleri kim alıyor, satılıp bitiyor mu gerçekten, yani siz sanatçıları besliyor mu bu iş ? '' deyiverdim.
Tabi ikimizin de hem fikir olduğu bir şey vardı . Beslenmek sadece maddi beslenmek değildi bir sanatçı için; eseri oluştururken duyduğu heyecan, haz, bitirdiğinde duyduğu doyum beslenmenin büyük bir parçasıydı ama lafla da peynir gemisi yürümüyordu günün sonunda...
"Koleksiyonerler sanatçıları izliyorlar ve sürekli ürettiklerinden yani kalıcı olduklarından emin olduktan sonra satın almaya başlıyorlar eserleri, kalıcı olmayacağınız izlenimine kapılırlarsa da satın almıyorlar" dedi.
Kalıcı olmak önemli ama kalıcı olacağınızı ispat edene kadar ayakta durmanız da bir o kadar önemli anladığım kadarıyla.
Zor zenaat...
Holdingler, koleksiyonerler, büyük oteller Gülay hanımın eserlerine ilgi gösteriyorlarmış. Hatta yeni açılacak Maçka oteli şu anda sergilenmekte olan eserlerden birini almış bile.
Bu sergiyi kaçırdınız ama merak edenleriniz otel açılınca başını lobiden içeriye bir uzatıversin.
Bugünün sergisi "Walking on the wire" idi. Sanatçısı da Gülay Semercioğlu...
Sevgiyle ve Sanatla kalın,
G.D.
29 Mart 2014 Cumartesi
" Bu Resimlere Dokunmak Serbest !.. "
Bu yazıyı uzun zaman önce yazdım. Ama her gün karşılaştığımız yeni tapeler, yeni haberler, ülkem nereye gidiyor soruları arasında yazdığım yazıyı yayınlamayı içime sindiremedim...
Koyun can derdinde kasap et derdinde gibi geldi yaptığım.
Belki fazlasıyla hassaslıktı yaptığım ama hissiyatım buydu.
Yazım görme engelli olmalarına rağmen parmak uçlarıyla düz beyaz tuvale dokunarak oradaki, ressam tarafından düşünülmüş, doğru resmi görmeyi başaranlarla ilgili...
Düşündüm de bu durum sanki ülkemin yarın oy vermeye giden insanını da yansıtıyor.
Umarım yarın oy vermeye giderken artık gerçek resmi görmüş olmayı, parmak uçlarımızla tuttuğumuz mühürlerle de doğruyu seçmeyi başarırız...
Geçenlerde yolum Kabataş üstünden İstanbul Modern Sanatlar Müzesine düştü. Deniz kenarındaki çay bahçelerini görünce müzeye gitmeden önce oturup bir kahve içtim. Hiç bir zaman bakmaktan bıkmayacağım denize, vapurlara, gemilere, Kız Kulesi’ne, Topkapı Sarayı’na tek tek baktım.
Sol tarafta da Boğaz köprüsü; ama henüz hava kararmadığı için ışıklarla bezenmediğinden sadece üzerinde karıncalar gibi gidip gelen arabalar vardı.İstanbul’un karmaşasını hatırlattı bana bu trafik; beğenmedim.
Oysa
ben kafamda canlandırdığım, gönül gözüyle görmek istediğim İstanbul’da olmak
istiyordum. Hemen yüzümü sağ tarafa döndürüp görmek istediğim Topkapı’ya, Kız
Kulesi’ne, vapurlara doğru meylettim.
Kahveden sonra ver elini İstanbul Modern.
Kahveden sonra ver elini İstanbul Modern.
Önce yeni sergileri sonra ana salondaki “Geçmiş ve
Gelecek “ sergisini gezdim.
Müzeleri
gezerken hepimiz en az bir iki kere salonlardaki güvenlik görevlileri tarafından “Fotoğraf çekmek yasak.”
diye uyarılmışızdır.
Hatta bazılarımız fotoğrafla yetinmeyip resimlere dokunmaktan kendimizi alamayız...
Hatta bazılarımız fotoğrafla yetinmeyip resimlere dokunmaktan kendimizi alamayız...
“Allah Allah, anlamadım yağlı boya mı bu ??? “ sorusuyla birlikte mıknatısın çekim gücüne
yakalanmışçasına elini tabloya doğru uzatmaya kalkan meraklı ziyaretçilerin, güvenlik görevlisi tarafından “tablolara dokunmayın lütfen” diye durdurulduğuna da şahit olmuşuzdur.
“Geçmiş ve
Gelecek” sergisinde bir resim vardı ki
bu kuralı yıkmak için yapılmış. Hüsamettin Koçan’ın “Körler İçin Resim
serisinden , Karışık Teknik” adlı tablosu .
Çerçevenin içindeki beyaz tuvalin üzerinde ne bir fırça darbesi ne bir boya izi var. Sadece kabarıklıklar; o kadar. Bunlar dokunarak algılanan resimler...
Sonra nasıl yapıldıklarını okudum. Sanatçı tarafından tuval üzerinde, çamur ve çeşitli malzemeler kullanılarak arka yüzden kabartma bir görüntü oluşturuluyormuş.
Bir resim sergisini gezerken hiç aklınızdan geçmiş miydi, görme engelliler bu tabloları hiç göremiyorlar diye.
Dürüst cevap vermem gerekirse ki gerekir, ben hiç düşünmemiştim.
Ta ki o gün Hüsamettin Koçan’ın “Körler İçin Resim serisinden Karışık Teknik “ adlı tablosunun karşısında kendimi bulana kadar.
Eve gelip hemen internetin başına geçtim.
“Görme engelliler için tablo” yazdım. Karşıma ,
*görme engelliler için okuma tablosu
*görme engelliler için periyodik tablo çıktı.
“Görme engelliler için resim” yazdım . O zaman da görme engelli kişilerin açmış olduğu sergilerden haberler çıktı.
Oysa ben, elleriyle bembeyaz tuval üzerindeki
http://www.acikgazete.com/dunya/2005/03/30. |
Son olarak internette arama çubuğuna Hüsamettin Koçan yazdığımda aradığım karşımdaydı.
https://www.youtube.com/watch?v=AHV_LGfoOsE
Evet, bu resimlere dokunmak serbest arkadaşlar...
Sevgiyle ve Sanatla kalın
G.D.
1 Ocak 2014 Çarşamba
" Hojalata Sanatı" gibi renkli, barış içinde bir yıl diliyorum...
Resim yapmaya, el becerisine o kadar uzağım ki, acaba resim kursuna gitsem, denesem yapabilir miyim düşüncesini bile
aklımdan bir saniyeden fazla geçiremiyorum. Zira cevabı hemen gözümün önüne
koca bir levha gibi geliyor.
“Mümkün
değil, olmaz, deneme !”
www.farflungarts.com |
Bundan bir önceki yazımda çocuklar için sanatta neler yapılıyor merak ederim ve onlar için yapılan konserleri, tiyatroları gider izlerim demiştim. Bu sefer de yine çocuklarla birlikteydim. Ama bu sefer kendim için hiç aklıma getirmediğim bir el becerisi kursunda; “Hojalata, Meksika Folyo Sanatı “ Daha önce hiç duymamıştım Hojalata’yı. İnternetten araştırdığımda Türkçe açıklamasını pek bulamadım.
www.farflungarts.com |
"Pera Eğitim’de Yılbaşı Programı Hojalata - Meksika Folyo
Sanatı...Çocuklar
öncelikle renkli ve çarpıcı Meksika folyo sanatından örnekler görecekler..." yazısını
okuduğumda yazının yanındaki resim o kadar hoşuma gitti
ki bu nasıl yapılmış, neyle yapılmış
merakıyla detaylarına girdim ve yukarıda size
bahsettiğim satırları buldum. Sonuçta da
kursa gitmeye karar verdim.
Hemen Pera Müzesi ilgililerine ulaşıp “ Çocuklarla birlikte ben de kursa
katılabilir miyim, en azından onları gözlemleyebilir miyim , çok merak ettim neler yapacaklarını “ diye
sordum, onlar da beni ve blog yazılarımı
bildikleri için sağ olsunlar hemen yanıtladılar; " Tabi ki
gelebilirsiniz."
Çöp adamdan öte geçemediğim için ortaokulda bile resimlerimi yalvar yakar anneme
yaptırdığımı , annemin gün gezmelerinden dolayı benim resim ödevimi yapmadığında
(!) “ ödevimi evde unutmuşum hocam “ diye boynu bükük bir şekilde resim
hocasının karşısında kıvrandığımı söylersem resim yapma konusundaki travmamın büyüklüğünü anlamakta zorlanmazsınız
diye düşünüyorum.
Oysa
şimdi sorumluluğu benim üzerimde olmayan bir el becerisi çalışmasındayım ve sonunda “ Peki sen neler yaptın ? “ diye bana soru soran olmayacak... O nedenle
rahatım.
By G.D. |
By G.D. |
David Kracov |
Eden Gallery. Eden Galeri'yi New York’ta gezmiştim. Eserler, toplumsal olaylara oldukça duyarlı olan,12 yaşında katıldığı bir yarışmada iki kategoride birincilik elde eden 1968 doğumlu, David Kracov'a ait. https://www.google.com.tr/search?q=david+kracov&rlz=
Coca-Cola Open Happiness |
Reflections |
Reflection ( Yansıma ) adını verdiği çalışmayı sanatçı 11 Eylül anısına yapmış. İkiz Kuleler ve etrafındaki binaların suya yansımasını anlatan bu çalışmada suya yansıyan kısımda Dünya Ticaret Merkezinin İkiz Kulelerini görebiliyorsunuz ama suya yansımayı yapan binaların arasında İkiz Kuleler yok... Onların yerine yüzlerce, binlerce renkli kelebek var. Kelebekler o gün orada ölenlerin ruhlarını ifade ediyormuş.
Hikayeyi duyduğumda çok etkilenmiştim , hala da
etkiliyor.
Hepinize , hepimize mutlu , sağlıklı, sanatın savaşları, ölümleri konu edinmediği barış içinde bir yıl diliyorum...
Sevgiyle ve sanatla kalın,
G.D.
Sevgiyle ve sanatla kalın,
G.D.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)