
Otobüste kitap okurken yan koltukta hafiften uyumaya
çalışan yol arkadaşım önce elimdeki kitaba baktı, Sabahattin Ali / Kamyon, sonra tek gözüyle bir kitaba bir bana bakıp diğer gözünü de kırparken hafiften kafayı salladı. ” Nasıl, güzel bir kitap mı?” demek istiyordu.
Kısa kısa hikayeler dedim. Yüksek sesle oku ben de duyayım dedi. Aaa nasıl çocuğa masal okur gibi mi yani ?.. Evet. Niye ? Olmaz mı? dedi… Bilmem; olur herhalde. Başladım okumaya... Arada uyudu galiba diyerek içimden okumaya başladığımda Hı-ı ??? diyince uyumadığını anlayıp yeniden onun duyacağı kadar yüksek sesle okumaya devam ettim. Annemin ifadesiyle uyumuyor, gözlerini dinlendiriyordu herhalde...
Yolculuğun sonunda "sen okurken uykum gelmedi; güzel okuyorsun sen" dedi.
Ben de kitapları düz ve sıkıcı değil karakterlere can vererek okumayı sevdiğimi, tiyatroya ilgimi, konservatuara nasıl gitmeye başlayıp sonra neden bıraktığımı anlatım ona.
O da "Belli " diyerek her şeyi bir kelimede toparladı.
Gitmem mi ? " Yarın 13:00 te oradayım görüşmek üzere " diye yanıtladım hemen. Sonra da vakfa gidip, küçük stüdyoya girerek Zekeriya Sertel'den "Nazım Hikmet'in Son Yılları"nı okumaya başladım.
Bazen evdeyken bile yüksek sesle okumak gelir içimden. Kendi sesimi dış sesmişçesine duymak konuyu, karakterleri dahada mı netleştirir kafamda yoksa, yazarından izin almaksızın, anlatıcı görevini üstlenerek kendimi de kitabın içinde kahramanlaştırmak mı isterim bilmiyorum; ama hoşuma gider..
İşte yol arkadaşımın ”yüksek sesle oku ben de duyayım” dediği gün birden çocukluğuma gidip bir anımı hatırladım.
İlkokul 1.sınıf ile orta 2.sınıfa kadar 7 ayrı ilçede farklı okullar ve öğretmenlerde okumuş olmamdan olsa gerek hangi ilçedeydi, hangi okuldaydı ve hangi öğretmendi hiç hatırlamıyorum ama kendimi her gün son dersin bitmesine on dakika kala tahtaya çıkıp sınıfa kitap okuduğum halimle hatırladım. Bir nevi “arkası yarın”dı yani...
Öğretmen bendeki bu isteği nasıl keşfetmişti onu da hatırlamıyorum ama bana “ sen her gün ders bitiminden on dakika önce tahtaya gel ve arkadaşlarına kitap oku” demişti.
Kitabı ben mi seçmiştim yoksa o mu belirlemişti onu da hatırlamıyorum ancak kitap benim evden getirdiğim bir kitaptı. Kitabın kapak sayfası gözümün önündeydi ve saklamamış olduğuma birden hayıflanıverdim...
İsmi ya FEN ÇOCUĞU’ydu ya da FEN ÇOCUĞUNUN HİKAYESİ... Kitabın kapağı gözümün önünde dediğimde yol arkadaşım internetten bulursun belki dedi. Hemen baktık ve bulduk; FEN ÇOCUĞU.
Sonra satın alabilir miyim diye araştırdım. Evet, kitabı çocukluğundan saklayan ve satmak istediği için internete koyanlar vardı. Hemen onlardan biriyle temasa geçtim. Ismarladım. Kitabım geldi. Bir solukta okudum… Bitirdiğimde yüzümü hoş bir mutluluk gülümsemesi kaplamıştı ama gözlerim de hafif nemliydi.
Bu hatırayı bana hediye eden öğretmenimi, hangi okulda, hangi ilçede olduğunu hatırlamak istedim ama nafile... Hatırlayamadım.
Hadi biraz Fen Çocuğunu anlatayım da, siz de niye bu öğretmeni özellikle bulmak istediğimi anlayın. Gerçek bir hayat hikayesi Fen Çocuğu.

Zaman 1860’lar, Corc zenci bir kölenin oğlu. O dönemlerde genç, güzel ve iş yapabilen zenci kadınlar çeteler tarafından kaçırılıp satılıyor; Corc’un annesine olduğu gibi. Onlara aynı zamanda soyadlarını da veren yanlarında kaldıkları aile Corc ve annesini çetelerden korumaya çalışsalarda başarılı olamıyorlar. Corc ve erkek kardeşi bir süre daha bu ailenin yanında kaldıktan sonra çeşitli nedenlerle farklı farklı şehirlerde farklı farklı ailelerin yanında boğaz tokluğuna yaşamaya çalışıyorlar.
Bu kadar çok yer değiştirmelerinin ana nedeni zencilerin de gidebileceği bir okul bulmak. Zira o dönemde sadece beyazlar okuyabiliyor, zencilerse köle!..

Bütün bu süreçte gittiği her yerde değişmeyen tek bir şey var ki o da Corc’un bitkilere ve hayvanlara düşkünlüğü. Akşamları eve dönerken ceplerinde tohumlarla dönüp onlarla yatağa girmek istiyor.. Bitkiler üzerinde kendince deneyler yapıyor. Hangi bitki hangi toprakta daha iyi yetişiyor onu kendine kurduğu küçücük bahçelerde deneme yanılma yoluyla buluyor. Öyle çilekler yetiştiriyor ki pazarda onun çileği kadar tatlısı yok mesela. . Çiçekleri hasta olan bazı hanımlar Corc’tan onları iyileştirmesini bile istiyolar. Hatta ona" Bitki Hekimi" diyorlar kendi aralarında.
Cebinde böcek, kertenkele, kurbağa ile eve gelip evin sahibesine belli etmeden onlarla yaşamaya çalışıyor ama tabi ki yakalanıp onları bahçeye geri bırakmak zorunda kalıyor.
Mücadele içinde geçen hayatın sonunda Corc Karvır üniversite eğitimini de tamamlayıp beyaz siyah ayrımı yapmaksızın kolejdeki öğrencilerine yardım eden kendini kolejdeki laboratuarında araştırmalarına adayan, maddiyata önem vermeyen, ülke çapında ünlü bir profösör oluyor.
“George Washington Carver (1861-1943). American botanist and inventor.” diyor vikipedi onun için.
Tatlı patates ve Amerikan fıstığından yüzlerce farklı ürün ürettiğinden de bahsediyor. ( http://kimdirnerelidirhayati.com/genel-biyografi/george-washington-carver-kimdir-hayati-buluslari/)

Gördünüz mü nasıl bir kitap okutmuş öğretmenim bize o yaşlarımızda. Bu yazıyı hazırlarken bir yandan da farklı ilçelerde beraber olduğum ve FB tan bulduğum bir kaç ilkokul arkadaşıma sordum; ben hatırlamıyorum siz hatırlıyor musunuz diye ve yanıt geldi...
" Ben çok iyi hatırlıyorum. Bizim sınıftı. Ödemiş Lisesi Ortaokul 1. Sınıf, Türkçe öğretmenimiz Nigar Öztekin" demiş Gürsel Saygılı. Umarım bu yazı öğretmenimin de eline ulaşır.. Ona ne kadar teşekkür etsem az; bana bu anıyı hediye ettiği için.

“George Washington Carver (1861-1943). American botanist and inventor.” diyor vikipedi onun için.
Tatlı patates ve Amerikan fıstığından yüzlerce farklı ürün ürettiğinden de bahsediyor. ( http://kimdirnerelidirhayati.com/genel-biyografi/george-washington-carver-kimdir-hayati-buluslari/)

Gördünüz mü nasıl bir kitap okutmuş öğretmenim bize o yaşlarımızda. Bu yazıyı hazırlarken bir yandan da farklı ilçelerde beraber olduğum ve FB tan bulduğum bir kaç ilkokul arkadaşıma sordum; ben hatırlamıyorum siz hatırlıyor musunuz diye ve yanıt geldi...
" Ben çok iyi hatırlıyorum. Bizim sınıftı. Ödemiş Lisesi Ortaokul 1. Sınıf, Türkçe öğretmenimiz Nigar Öztekin" demiş Gürsel Saygılı. Umarım bu yazı öğretmenimin de eline ulaşır.. Ona ne kadar teşekkür etsem az; bana bu anıyı hediye ettiği için.
Döndüğüm zaman görme engelli küçükler için de okuyup çocukluğumun kitabını onlarla da paylaşırım belki.
Vancouver'dan yazdığım bir önceki yazımı " Ben hep sevgiyle ve sanatla kalın derim ya bu yazılık Sevgiyle ve Geçmişteki Güzelliklere Bağlı Kalın " diyerek bitirmişim; bu da öyle olsun...
Habent sua fata libelli…
G.D.
Habent sua fata libelli…
G.D.