16 Mayıs 2013 Perşembe

" Sessizlik "

Üniversite yıllarımda, bir yaz tatilinde, annemle  baba tarafımın yaşadığı Safranbolu'ya gitmiştik.  Amcam, dedemin öğretmenlik yaptığı, babamın da çocukluğunun geçtiği köyü, sonrasında da dedemin oda oda bölüştürerek tüm torunlarına miras bıraktığı evi görmemiz için bizi köye götürdü.
Akşam yemek sonrası konuşurken amcam “İçerideki dolapta babanın kitapları var, istersen onları al götür” dedi. Otobüsle gittiğimiz bu seyahatte onları taşımamız pek mümkün gözükmediği için “burada dursunlar sonra gelip alırım” demiştim. Sonra da üniversite bitti, iş hayatına geçildi, evlenildi, çocuk sahibi olundu derken biz senelerce köye gitmedik. Bundan 8-9 yıl önce babamın kitapları aklıma düştü. Onları gidip köyden alıp gelmeliydim. Ama,  hani aramanız gereken insanları uzun süre aramayıp arayı açarsınız sonra da isteseniz bile utancınızdan ve gelecek sitemlerden çekinip hiç arayamazsınız ya o duyguyla günlerce boğuştum.
Amcamı yıllarca aramamışım, bağları koparmışım ve şimdi de arayıp "babamın kitapları " diyeceğim,  olacak iş mi ? Bir de “ Ohoooo , kaç sene oldu gelip almadın,  ben de verdim o kitapları” derse korkusu eklenince, elim telefona gitti gitti durdu.

Sonuçta bir gün korkunun ecele faydası yok diyip telefona sarılıp köydeki amcamı aradım.
Yengem çıktı telefona. Haklı olarak “Ben Gülay “ tanıtımı yetmedi kadıncağıza, “ Kiimmm ??? “ diye bir ses yankılandı ahizeden. “Ben dedim Gülay. İstanbul’dan arıyorum . Yusuf’un kızı. “
Karşıdan soğuk, gayet durgun bir “Haa.. “ gibisinden yanıt beklerken , aldığım sıcacık ve heyecanlı “ Ne yapıyorsun sen ? Nasılsın ? Annen, kardeşlerin nasıl? “ soruları ve sanki, yeniden ortadan kaybolmamı engellemek istercesine “Dur dur ben amcanı vereyim “ le devam eden konuşma beni nasıl  rahatlattı anlatamam.

Ne kadar insan insandılar. Ne kadar yürekleri açıktı.  Hiç bir sitem, hiç bir kinayenin olmadığı, bıraktığınız yerden, bıraktığınız samimiyetle sizi kucaklayan sıcacık bir karşılama.
Telefonu amcam aldığında bu sıcaklıktan eksilen hiç bir şey olmadı, hatta çoğaldı diyebilirim. Onlardan aldığım bu sıcaklıkla “ Amca ben köye gelmek istiyorum  babamın kitaplarını almaya, hala duruyorlar mı dolapta ?” dedim.    “Duruyorlar tabii dedi ne zaman geleceksin ? “

Ne kadar açtı bizi görmeye. “ Gel gel tabii “ gibi geniş bir davet yerine doğrudan ne zaman geleceksin diye soruvermişti , bekleme gününü aklına yazabilmek için. Tamam dedim en kısa zamanda geleceğiz. Ağabeyimler, ben ve oğlum.

Bu konuşmadan sonra bir kaç hafta içinde toparlandık ve Safranbolu’nun yolunu tuttuk. Yıllardır görmediğimiz kuzenler, kuzen çocukları, aileye eklenmiş yeni gelinler, damatlar hep beraber bir kaç gün geçirdik.
Bir sabah da kalkıp köye gittik.  Ben ve ağabeyimler çocukluğumuzdan köy hayatına , köy evine, köy yollarına, yer sofralarına, yer yataklarına alışığız ama yanımızda öyle bir genç jenerasyon temsilcisi vardı ki bunlardan bi haber. O zamanlar 12-13 yaşında olan oğlum Derin.


Köydeki evin girişinde ilk katta amcamın hayvanlarını gördüğünde ilk şok orada yaşandı. Bunlar kedi değil, köpek değil hele Derin’e çocukluğunda aldığımız kaplumbağalar yanında evcillikle hiç alakaları yok ama insanlarla aynı çatı altındalar.

Sonrasında sabah çayları içildi ve köyde dolaşmaya çıktık. Amcam bize köydeki bağları göstermek istiyordu. Tek başına tüm bağlara bakamıyordu “artık buralara yetişemiyorum” diyerek yukarı bağları gösterdikten sonra kendi eserini göstermek için bizi alt bağa götürdü. Orayı kendisi ekip üzümlerini yetiştiriyordu.  
Sonra hadi siz kendiniz gezinin ben biraz ineklere bakayım diyip gitti. Biz bağın içinden biraz daha aşağıya inip kayaların üzerine oturup karşıdaki dağları, yamaçları seyretmeye başladık.
Dördümüz de sözleşmişçesine birbirimizle konuşmayıp dalıp gittik, gözümüze hiçbir sınır koymayan muhteşem doğaya bakarak.
Hafiften de bir rüzgar esiyordu ama açık havada olmasına rağmen çıt çıkmıyordu. Çook nadir arada köyün sarı kızlarından birinin boynundaki çan sesi uzaktan geliyordu kulağımıza, o kadar. Bu sessizliği bozmayı hiç birimiz istemedik ki uzun süre orada öyle kaldık.

Sonra eve döndük. Öğlen yemeği hazırlandı. Yemekler, yufkalar her şey siniye konuldu ve yer sofrası kuruldu. Hepimiz etrafına oturduk oturmasına da aramızda ki genç jenerasyon temsilcisi 1-2 dakika sonra kıpırdanmaya başladı haklı olarak; bir türlü bacaklarını nasıl toparlayacağını, nasıl yerleştireceğini bilemeden. Bu sıkıntıyı çok gün yüzüne çıkarmak istemediği için de kibarca “ ben doydum kalkabilir miyim” diyerek bence aç olarak kalktı sofradan.

 Akşamüstü amcamlarla vedalaşıp, babamın kitapları ve kitapların arasında bulduğum , dedemin, babam Kastamonu lisesinde yatılı okurken ona yazdığı 1943 tarihli bir mektupla birlikte yola koyulup Safranbolu’ya kuzenlerin yanına geri döndük.
Galiba üçümüzün de en çok merak ettiği Derin’in köy hakkındaki düşünceleri , en çok neden etkilendiğiydi.
"Nasıl buldun? Beğendin mi?" sorularından sonra "Peki en çok neden etkilendin?" dediğimizde verdiği yanıt 12-13 yaşındaki bir çocuk için bence en etkileyici yanıttı. 
 “SESSİZLİK” dedi.
İstanbul’un gürültülü keşmekeşinde doğup büyümüş bir çocuk için o ana kadar hiç karşılaşmadığı sessizlik...
O zaman ben de evet orada gerçekten“sessizliğin sesi “ vardı diye düşündüm.

Geçenlerde Pera Müzesindeki film etkinlikleri ile ilgili “Antonioni, Sessizliğin Gürültüsü 

27 Nisan – 25 Mayıs” başlıklı elektronik posta geldiğinde "Sessizliğin Gürültüsü" bana yukarıdaki hikayeyi hatırlattı. http://www.peramuzesi.org.tr/images/2013/04/pera-film/AntonioniBro_edit.pdf

Sessizliğin sesini İstanbul’da duymak zor. Ama müzelerin sessizliği ve bu sessiz ortamda baktığınız tabloların içinde kaybolup gitmek belki size biraz soluk aldırır.

18-24 Mayıs Müzeler Haftası.
Müzeler bu haftaya yönelik özel etkinlikler yapıyor.
Pera Müzesi 18 mayıs Cumartesi gecesi  19:00-24 saatleri arasında , 21 Mayıs Salı günü ise gündüz saatlerinde ziyaretçilere açık ve ücretsiz.  https://www.facebook.com/events/258152727664305/

Bugünleri kaçırırsanız da 21 Temmuz'a kadar sürecek olan Manola Valdes sergisini gezmenizi  özellikle tavsiye ederim.  Biraz fazla zaman ayırıp  sergi katındaki 1-1.5 saatlik filmi izledikten sonra gezerseniz de eminim bir kez daha gidip iyice içinize sindirmek isteyeceksiniz.

Sakıp Sabancı Müzesi de 21 Mayıs Salı günü 10:00 – 22.00 saatleri arasında tüm ziyaretçilere ücretsiz giriş imkanı sunuyor.
http://muze.sabanciuniv.edu/sayfa/ucretsiz-muze-gunu

İstanbul Modern'i de 18 Mayıs Cumartesi saat 22:00  ye kadar ücretsiz gezebilirsiniz.
http://www.istanbulmodern.org

Benden söylemesi, seçim sizin. 

Sevgiyle ve hep sanatla kalın. 
G.D.