30 Nisan 2013 Salı

"Yarın Yurda Dönerim !"

Bilmem sizde de var mıdır?  Ben bazen, turist gibi hissetmeye pek meyilli bulurum kendimi. Özlerim o halimi. Özgürce, arkamda bırakıp gitmek isterim belki bir şeyleri. 
Ayağımda rahat bir ayakkabı, üstümde kot pantolon ve rahat bir bluz,  sırtımda da bir sırt çantam varsa,  cebimde uçak bileti olmasada girerim havaya. 
Bu akşam da turisttim ben İstanbul'da. 
Daha önceki yazılarımdan birinde ( Pera-Karaköy, Tünelin İki Ucu) bu turist hissimden bahsetmiştim size. 
Gerçek  turist olduğum yerlerde de  tarihi opera ya da konser salonlarında muhakkak bir şey izlerim.


(The Metropolitan Opera)
By G.D.
         
By G.D.








                                                

O durumlarda izlediğim, dinlediğim eserden öte o mekanı görmek, orada bulunmak, orada soluk almış olmaktır hedefim , bir gün “ben de oradaydım” diyebilmek için. 

Geçen ay New York'ta,  Carnegie Hall’da gittiğimiz konser salonunda şapkamı düşürdüm. 

Ertesi gün oğluma: “Biliyor musun bir çok kişi çocuğunun göbeğini  ileride onun gitmesini istediği okulun bahçesine gömer, ben de çok sevdiğim bu şapkamı  Carnegie Hall’da kaybetmiş  olmaktan çok mutlu oldum doğrusu, sanki oraya gömmüşüm gibi.” dedim. 

Şaşkın bakışlarını fark etmemek  imkansızdı.        “Eminim anne, bir gün o sahneye sen de çıkarsın! “  dedi.  O, bu sarkastik yaklaşımına rağmen  suratımda  beliren  saf ve mutlu bakışa  anlam veremeden  baksa da, inanın şakası bile hoşuma gitti.   ( Ya tutarsa :) )

İşte böylesi önemlidir o mekanlar benim için.

Yurtdışında turist değilsem  ya da burada Açık Hava Tiyatrosu’ nda  bir konsere gitmiyorsam kot pantolonla konsere gitmem. İşte bugün bu kuralımı bozdum ve kot pantolonumla bir klasik müzik konserine gittim;  bugün kendimi turist gibi hissettiğim için. 
Bu hisse kapılmam  sadece kıyafetimden kaynaklanmadı, mekan da ilgimi çekti.  
Orada olmak, o anı yaşamak istedim.
Oturduğum sandalyenin solundaki duvarda yabancı sanatçıların elinden çıkmış,  “Kösbekçi Mustafa Ağa ve Maiyeti”,  “Mehmet Sait Efendi ve Maiyeti”,  “Yusuf Agah Efendi”  isimli tablolar var.
Tam karşımdaysa “Sultan III. Ahmed’in Avrupalı Bir Elçiye Kabulü”, “Elçi Onuruna Sarayda Verilen Yemek”,   “Elçi Heyetinin Topkapı Sarayı’nın 2. Avlusundan Geçişi” ve “Elçi  Alayı” isimli tablolar duruyor, bir yandan da bir konser sahnesine dekor yaparak.

Sağ  tarafımdaki duvardaysa  “Kesişen Dünyalar, Elçiler ve  Ressamlar “ 17.yüzyıldan 19.yüzyıla elçi portreleri ve elçilerin sanat koruyuculuğu  yazıyor. 
Burası,  Pera Müzesi’ nin  2. Katı.

Aslında “Kesişen Dünyalar, Elçiler ve  Ressamlar “ sergisinin tam ortasındayız.  
Ortaya yerleştirilmiş olan kısıtlı sayıdaki sandalyenin sahiplerinden biri olarak  
Küçük Gece Müzikleri:  CSO Çello Quartet Konserini izlemek üzere oradayım. 

CSO Cello Quartet

Pera Müzesi'nin ayda bir kere,  genellikle de girişteki kafesinde gerçekleştirdiği konserin bu sefer  müzenin sergi katlarından birinde yapılacağını duyduğumda,  orada olmalıyım demiştim kendi kendime, müzik ve resim iç içe...  
İçinde klasik müziği , farklı caz parçalarını, Latin müziği  barındıran   repertuarlarından,   kısa kısa, bir çok eserden bölümler çaldılar.

Bizlere dağıtılan, programdaki  eserlerle ilgili yapılan açıklamalara baktığımda bir açıklama ve bir eserle bugünkü ruh halimi pek benzettim.

Blue Rondo A la Turk / Dave Brubeck (1920-2012)
"Brubeck İstanbul sokaklarında gezinirken sokak çalgıcıları tarafından çalınan bir parçadaki ritim dikkatini çeker. Kendisine hem karışık hem büyüleyici gelen bu ritmi sorduğunda Brubeck’in Amerikalı bir turist olduğunu öğrenen çalgıcılardan biri “sizin için blues ne ise bizim için de ritim o"  der. Brubeck’in en sevilen parçalarından biri olan ve köklerini İstanbul’dan alan bu parça  kalbimizde yerini koruyor.”

Diğer eserse 16. Yüzyılda revaçta olan bir dans müziği. 
Yine İstanbul sokaklarında, özellikle İstiklal Caddesinde yürürken kulağımıza çokça 
geldiğini düşündüğüm ve hepimizin aşina olduğuna inandığım, 
Gabriel Faure(1845-1924),  Pavane Op.50 
http://www.youtube.com/watch?v=mpgyTl8yqbw

Ben turisttim bu akşam İstanbul’da, Pera’da. Yarın yurda dönerim. 

Sevgiyle ve hep sanatla kalın. 
G.D.  


14 Nisan 2013 Pazar

"Bu Akşam Çok Mutluyum... :)"


Bu akşam çok mutluyum ve bunu sizlerle paylaşmak istedim !!!... :)
Üniversite yıllarımda bir arkadaşımın peşine takılarak gittiğim CSO konserlerinde klasik müzikten çok etkilenmemiş olmakla birlikte çok da uzak hissetmemiştim kendimi. 
Gidilebilir, dinlenebilirdi. 

Üniversite bittikten sonra İngilizce öğrenmek için Londra’ya gidip haftada 25 Pound kazanarak au-pairlik yaptığımda ilk haftalığımla kendime kırmızı bir walkman (evet.. ben walkmani bilenlerdenim :) ) ve mavi renkte bir shetland hırka almıştım. 
Tabii dinlemek için bir de kaset lazımdı. Hafta içinde okula gitmek için metroya yürürken gazete bayiinde bir dergi gördüm. Dergi poşet içinde satılan, her 15 günde bir çıkarılacak bir serinin dergisiydi.
Poşetin içinde de dergiyle birlikte bir de kaset vardı.
Raftaki,  bu serinin dördüncüsüydü.  İlk üçü kaçırmıştım anlaşılan ama yine de o an kasetleriyle birlikte bu dergi serisini tamamlamayı aklıma koydum.

Londra’dan dönerken yanımda götüreceğim çok güzel bir koleksiyonum olacaktı.  

  
By G.D.
Orada kaldığım sürece her 15 günde bir pazartesi günü    gazeteciye gidip yeni  bir dergi ve kaseti alıp eve geldim. Aslına bakarsanız long play alma  seçeneğim de vardı. Bazılarını da long play olarak aldım.  Hala ara ara çalıp dinleyebiliyorum. 

 4 numaralı derginin üzerinde :
 "THE GREAT COMPOSERS AND THEIR MUSIC 
TCHAIKOVSKY
Piano Concerto No.1 in B Flat"  yazıyordu. 
İşte ben Pyotr Ilyich Tchaikovsky ‘le böyle tanıştım. 


İlk klasik müzik kasetimi edinip eve döndüm, hemen "walkman'e" takıp dinlemeye başladım. Diğerini edinmem için daha 15 günüm vardı, mecbur, 15 gün bu dinlenecekti.

Bu konuda Tanrının sevgili kulu olduğuma inanırım. İnsan klasik müziğe sevdalanacaksa bence sevdalanmak için olabilecek en doğru seçimlerden birini yapmıştım. 

Tam 15 gün geceleri yatağımda, gündüzleri yolda Çaykovski’nin 1 numaralı piyano konçertosunu dinledim, durdum. Daha sonraları konserlerde dinlerken müziğini ezbere takip edebilmenin zevkini de işte bu dinlemelere borçluyum. 

Hani insan ilk okula başladığı gün gözü korkar ve kaçıp eve geri dönmek ister de , karşısına güler yüzlü, sevecen, gözleri pırıl pırıl bir öğretmen çıkınca da fikrini değiştirip orada kalmak ister ya!  işte bu kasette duyduğum müzik de benim için aynen öyleydi.
Ben orada kalmak istedim. 

By G.D.


Geçen haftalarda yaptığım New York seyahatimde Carnegie Hall da muhteşem bir konser izledim. 


                                                                     


Bu salon benim için çok özel zira Carnegie Hall 5 Mayıs 1891 yılında Çaykovski’ nin yönettiği Marche Solonelle konseriyle açılışını yapmış. 

By G.D.



1902 yılında bir yangın geçirmiş olması, binanın yeniden aslına uygun inşa edilmesi nedeniyle, izlediğim sahnede Çaykovski' yi hayal etmemi engellemedi. 





Şimdi gelelim esas hikayeye : 
7 Mart 2013 akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'ndaki  Borusan İstanbul Flarmoni Orkestrası’nın konserinde sol tarafımdaki koltukta genç bir bey oturuyordu. Bir şekilde klasik müzikle yeni tanışmak üzere olduğunu hissettim. Konserde ara olduğu zaman dışarıya çıkmak üzere ayağa kalktığımda eski iş yerimden, liseden arkadaşlarıma rastladım onlarla birlikte salonun içinde sohbet ettik, o arada başka  arkadaşlarımı da gördüm onlarla da selamlaştım. Sonra da yerime geri döndüm. 

Yerime döndüğüm zaman yanımdaki genç bey çok kibar ve birazda çekingen bir şekilde:
"Buradaki insanlar birbirlerini nereden tanıyorlar?" dedi. "Yıllık abone bilet alanlar sürekli geldiğimiz için birbirlerimizin yüzlerine aşinayız ama benim sohbet ettiklerim okul ve iş arkadaşlarımdı" dedim. 

Aramızdaki konuşma şöyle gelişti: 
- Siz yeni mi başladınız gelmeye ? 
- Bu benim ilk gelişim 
- Özelikle mi bu konseri seçtiniz ? 
- Yo , bana bir tanıdığım biletini verdi. O nedenle geldim. Peki neye göre seçebilirdim ki ? 
- Bilmem, besteciye göre, soliste göre.... Mesela bu akşam solist bir çellistti, piyanist de olabilirdi. 
- Ben konuya hakim değilim ama ilgim var. 
- Bilgi ilgiden sonra geliyor zaten. İyi dinlemeler. :)

Konserin ikinci yarısı bittiğinde bana iyi akşamlar diyerek koltuğundan kalkan bu gence (artık genç bey demeyeceğim) “Ben 27 Marttaki konsere gelemeyeceğim. Madem ki ilgilisiniz eğer bana adresinizi verirseniz elimdeki bileti size kuryeyle gönderirim. Bu arada 11 Nisanda Haliç Kongre Merkezindeki konsere gelebilirseniz muhakkak gelin muhteşem bir eseri seslendirecekler “ dedim. 

İsmini, telefonunu ve adresini aldım. Seyahate gitmeden önce de kuryeyle Küçükçekmece’ de çalıştığı iş yerine bileti gönderdim. 
Sonra da kendisinden bir ses seda çıkmadı.
Acaba bilet eline ulaşmış mıydı ? Konsere gitmiş miydi ?  Hiç haberim olmadı. 

Bu akşam Haliç Kongre Merkezinde konserin ikinci yarısı tam başlamak üzereyken bir çift gülen ve mutlu gözün bana dikkatlice baktığını hissettim. Önce tanımadım ama daha sonra bu kişinin bilet gönderdiğim genç olduğunu anladım. Nasıl mutlu oldum anlatamam. 

Konser bitince kapıda buluşmak üzere kaş göz işaretiyle anlaştık. Çıkışta artık ben ona sen demeye başlamıştım. El sıkıştık, öptük birbirimizi. 
Bilet eline ulaşmış, 27 Marttaki konsere gitmişti. 
Teşekkür etmek için de beni aramıştı ama muhtemelen yurt dışında olduğum icin ulaşamamıştı. 

Bu akşam ki konseri de, özellikle ilk yarıdaki eseri de, çok ama çok beğenmişti.
Benim de onun da gözlerimizin içi gülüyordu. 
O zaman dedim; gelecek hafta bir müzik söyleşisi var ona da geliyorsun, ben sana gününü söyleyeceğim. Tamam gelirim, dedi. 

Ayrıldığımızda hem çok eski bir dostu görmüşçesine hem de çok sevdiğim bir şeyi bir başkasıyla paylaşmanın sevinciyle o kadar mutlu ayrıldım ki.

Kaan ve ben bu akşam ki konserin ilk bölümünde 1874 yılında bir müzik otoritesi tarafından     ” değersiz, çalınamaz, tuhaf pasajlar içeren, kötü,sıkıcı” olarak değerlendirildiği için bestecisi tarafından bir süre geri plana atılmış ancak daha sonra 1875 yılında Boston'da ilk kez seslendirildiğinde seyirciler tarafından büyük beğeni kazanan Çaykovski’nin 1 numaralı piyano konçertosunu dinlemiştik, gözlerimiz parlayarak. 
Ve çıktıktan sonra birbirimize “ Muhteşemdi değil mi ? “ diyerek... 

Sevgiyle ve sanatla kalın.

G.D.

3 Nisan 2013 Çarşamba

Bana arkadaşını söyle...

İnsan kendisi  gibi düşünen, kendisiyle aynı hisleri paylaşan,  aynı hayat  tarzından hoşlanan insanlarla  arkadaş oluyor.
Arkadaşlıklarsa   seneler  geçtikçe,  paylaşımlar arttıkça, sesini duymadığınızda  ne oldu acaba diye merak ettiğiniz kıvama geldikçe,  fikirlerde  ayrılık olsa bile  saygıyla,  senin gibi düşünmüyorum ama düşüncene saygı duyarım inceliğini göstermeye  başladıkça  dostluğa dönüşüyor.   Bu tanımların  dışındakilerse  sadece tanıdıktır benim için.
Arkadaş, dost  olmaları için daha   çoook yolları vardır. 

Arkadaşlarımızı mahallemizden, okulumuzdan, sınıfımızdan, iş yerimizden, gittiğimiz ortak zevklerimizi yansıtan kurslarımızdan yani  etrafımızdakilerden buluruz.   Dolayısıyla, bizi etkisi altına alan,  sarsan, sarmalayan   önce etrafımızdakiler  yani yakın çevredeki arkadaşlardır,  sonra  diğer halkadakiler gelir.

Bence bu ülkeler için de böyle. Ne kadar ilk halkanın dışına siyasi olarak "arkadaşım, dostum" deseniz de öncelikle etkilendiğiniz,  sizi sarsan, ikinci halkadakilerin size bakış açısını bile etkileyen  ille de ilk halkada olanlar.

Bu hafta ne zamandan beri gitmek istediğim SALT Müzesindeki 1+8 sergisine gittim. Türkiye ve çevresindeki 8 komşu ülke.

   

Girdiğiniz salonda 8 tane ekran var.  Aynen resimde gördüğünüz gibi dizilmişler.  Her ekran bir  komşu ülkeye ait.    Ortada da siz.

Insanları, manzaraları, yaşam şekilleriyle  ve ekrana konuşan halktan insanlarıyla  sırayla değil ama biri diğerinin ardından ama arkadan hangisinin geleceğini bilmediğiniz için de,  içinde sürpriz barındıran  bir şekilde karşınıza geliveriyorlar.

Size  yaşam şartlarını, zorluklarını, mutluluklarını anlatıyorlar.
Ama fark ettiğiniz  ortak nokta, ne zor yaşamları olduğu.


Eminim anne, baba olarak çocuklarınıza   “ Çocuğum bu arkadaşını biraz  sorunlu gördüm senin de canını sıkar . Çok samimi olma. Arkadaş ol  ama arana biraz  mesafe koyuver “  demişsinizdir.  Ya da aynısı siz çocukken size  anneniz, babanız tarafından  söylenmiştir.

Buna çok olumlu yanıtlar aldığınızı ya da verdiğinizi düşünmüyorum ama diyelim ki yapmak istediniz  birey  olarak bunu yapmak bir dereceye kadar olası ama siyasi ortamda bunu yapmak , bundan etkilenmemek   ne kadar mümkün ?

Sergiyi izlerken,  Türkiye’nin,  coğrafi  yapısı  gereği   sorunlu,  içleri kanayan ülkelerin  tam  ortasında  olduğunu, bu ülkelerle komşu olmanın getirdiği etkileşimi çok net gördüm.

Sizin için   değişik  komşu ülkelerin insanlarından seçtiğim bazı konuşmalar şöyle :

“Şemdinli’de haftada 2-3 kez komşu ülkeyle operasyon oluyor. Operasyon  olduğu zaman şebeke kesiliyor. İstanbul’a telefon açamıyoruz. Hakkari’ye bile. Banka işimiz varsa , çek ödememiz varsa elektronik olarak yapamıyoruz. Hayat duruyor. “



“Ermenistan halkı yaşamıyor hayatta kalıyor  “

“Şemdinli’de İran’lı kızlarla kuma olarak evleniyorlar. İran’lı kızlar  Türkiye’de yaşamak için ve  daha özgür olmak için bu evlilikleri kabul ediyor. 

"Bulgaristan SSCB zamanında daha iyiydi. O zaman burada batı temsili olduğu için kot giyilmezdi, yasaktı. SSCB ile ticaret yapılırdı. Kurallar vardı ama hayat daha iyiydi."

Bu konuşmaların  bir sınıfta   etrafınızdaki sınıf arkadaşlarınız tarafından yapıldığını düşünün sizin ruh haliniz, sizin kafa sağlığınız nasıl olur ?

Ülkenin dış siyaset gündeminin çok hızlı değişmesi, komşularıyla ilgili sorunların içinde kendini birden buluvermesi  çok mu  garip ? 
     
Evet insan karamsarlaşıyor.  Ama karamsarlaşmayın. Oradan çıkın  doooğru Tünel’e gidin.

Dünyanın  en eski  2. metrosuna geldiğinizde  bütün komşuları unutup kendinizi  
2. halkada yer alan   "arkadaş, dost"  ülkelerde  turist gibi hissetmeniz içten bile değil.

Resimdeki  müzisyen  elinde gitarı , ağzında ağız mızıkası ve penayı tuttuğu elinin bileğindeki tef sesini yansıtan metal bileziğiyle   Knocking On Heaven's Door ‘u 
http://www.youtube.com/watchv=5_
swaxOidGU
o kadar orjinaline yakın söylüyor ki  bir Japon turist edasıyla resmini çekmekten  ve gitar kabına  3-5 kuruş bırakmaktan kendimi alamadım.



Haydi oturmayın, biraz hüznü, biraz neşeyi birlikte yaşamak için, bugün  ya da bu hafta sonu yolunuzu  Bankalar Caddesi ve Tünel’e düşürüverin...

Sevgiyle ve sanatla kalın.

G.D.